23 Aralık 2008

İyi Ki Doğdun Anne!


Unuturum diye umut etti ama unutmadım tabii. Tüm gün hiç ses etmedim. Unutmuşum gibi yaptım.
Kutlama istemiyordu. ‘Ne kutlaması şimdi evladım’ diyordu. Ben de her seferinde ; ‘Nedenmiş o? Tabii ki kutlayacağız doğum gününü. Yeni yılı da kutlayacağız’ diye karşı çıkıyordum.
Her zamanki gibi karşı çıkıyordum. Alışkındı karşı çıkmalarıma annem. Karşı çıkmamı aslında seviyordu.
Evden çıkması gerekti. Fırsat bildim. Üşenmedim kalktım taa Divan’a gittim. Kendimi bildim bileli doğum günü pastaları Divan’dan alınır bizim evde. Geleneği bozmadım ama bu sefer küçük bir değişiklik yaptım. Krokanlı çikolatalı pasta yerine rengarenk meyveli küçük bir pasta aldım. Sonra bir demet de beyaz gül. En sevdiği çiçek annemin.
Eve vardığımda henüz dönmemişti. Mükellef bir sofra kurdum. ‘Senin salataların başka’ diyen anneme bol kajulu kocaman bir salata yaptım.
Sonra gittim yatağıma kıvrıldım. Kitap okurken uyuyakalmışım.
Kilitteki anahtar sesiyle uyandım.
Anahtarıyla açtı kapıyı. Zili çalmadı. Mutfağa girdi hemen. Sofrayı görmüş olmalı ki ağlamaya başladı. Sessiz sessiz ağlıyordu. Bekledim. Ağladığını görmemi istemez diye düşündüm.
Sonra yanına gittim. ‘Göz nezlesi oldum herhalde, gözlerim yaşarıyor’ dedi. ‘Yaa, evet,’ dedim, ‘Salgın. Okulda da bütün çocuklar hasta.’
Sofraya oturduk hemen. Afiyetle yedik yemeğimizi. Kırmızı Lübnan şarabı eşliğinde. ‘Bu şarap çok güzelmiş. Yine gitsen de daha çok getirsen’ dedi. ‘Giderim,’ dedim, ‘sonbahara giderim.’
Pastaya geldi sıra. Pastasının üzerindeki mumu üflerken dilek tuttu bir sürü. Söylemedi ama hepsini biliyordum dileklerinin. Kendisi için dilediği şeyler değildi. Kendini düşünmesini hiç beceremezdi ki annem benim.

Fon Müziği: Édith Piaf - Hymne A l'Amour

21 Aralık 2008

Telefon Sapığına Mektup





Telefon numaramı nereden buldun, kimsin, nesin bilmiyorum ama artık gına geldi. Bıktım senden. Neredeyse bir aydır, günün olur olmaz her saatinde; ‘yabanım, sevgilim, esmerim, sebebim….’
Bu ne ya! Ben nereden senin sebebin, esmerin filan oluyorum, bu birrrrrrrrr. İkincisi Sezen Aksu denilen kadından kendimi bildim bileli tiksinirim. Hiçbir şarkısına tahammül edemem. Tamam, şarkının sözleri Yıldırım Türker’e ait ama bu bile ne seni ne Sezen Aksu’yu kurtaramaz.
Bıktım. Uğraşmam gereken tonla şey var, ayrıca kapatamıyorum o cep telefonunu ben. Açık olmak zorunda. Anlıyor musun?
O meşum şarkıda ‘bir kız çocuğuyum ben’ filan diye geçen bir bölüm de vardır, yani sen lezbiyen misin? Ben değilim.
Beni daha fazla zıvanadan çıkartmadan, kendine yeni bir esmer, sebep, yaban, sevgili filan bul. Yoksa hakikaten kafaya takıp kim olduğunu bulacağım ve işte sen ‘yaban’ı asıl o zaman göreceksin!....

20 Aralık 2008

İz


iz
isim


1. Bir şeyin geçtiği veya önce bulunduğu yerde bıraktığı belirti, nişan, alamet, emare: “Nihayet bir dönemeçte izlerin sahibini gördüm.” -S. F. Abasıyanık.
2. Bir şeyin dokunmasıyla geride kalan belirti: “Yüzünde birtakım diş ve tırnak izleri vardı.” -Y. K. Karaosmanoğlu.
3. Bir olay veya bir durumdan geride kalan belirti, ipucu, emare: Cinayet izleri.
4. Bir olay, bir durum veya yaşayıştan geride kalan belirti, eser: O çağ uygarlığından iz kalmadı.
5. mat. Bir düzlemin başka bir düzlemle veya bir doğru ile kesişmesinden doğan ara kesit.

Güncel Türkçe Sözlük

Fon Müziği: Duymuştum Şehirdeydim - Kesmeşeker

Fotoğraf
via Flickr

19 Aralık 2008

Sakız




Küçükken hiç sakız çiğnemezdim ben. Tipitip ve Pembo’nun tadını severdim ama çiğnemezdim. Küçük parçalara ayırırdım sakızları, dilimin altına yerleştirirdim. Sakız parçalarının aroması azaldıkça yenileri ile değiştirirdim onları.
Bu akşam ‘pabuç’ kadar bir sakızı gürültülü gürültülü çiğner ve hatta patlatırken, çocukluğumda neden hiç sakız çiğnemediğimin idrakına vardım. Sebebi annemin ben dünyaya geldiğim tarihlerde bile çoktan tedavülden kalkmış adab – ı muaşeret öğretileriydi. ’Çayını, kahveni karıştırırken kaşığın bardağa / fincana çarpmasın, ses çıkarma karıştırırken ayıptır'dan tut da ‘bacak bacak üstüne attığında, pantolonun ile çorabın arasından tenin gözükmesin, sakil durur'a varan bir silsileydi bu. Öyle bir kazınmış ki beynime geldim gidiyorum unutmam mümkün değil. Bir çocuğum olursa öğretir miyim, bilmiyorum. Bu konuda henüz karar veremedim.
Annemin de suçu yok aslında, damarlarında akan kendi deyimiyle ‘asil’ kanın terbiyesi böyle gerektiriyor. Bazen isyan ettiğimi hatırlıyorum. Özellikle de ergenlik yıllarımda. Zira benden başka kimsenin ‘sallamadığı’ pek çok incelik ile uğraşırken alay konusu olurdum hep. Eve gelip sızlanınca da annem her seferinde aynı cevabı verirdi: ‘Onların ruhu ince değilse, asil değilse bu senin suçun mu? Sen doğru bildiğinden şaşma.'
Sanırım yine aynı terbiyeden dolayı bol küfreden bir kadın oldum ben. Bu sefer ters tepti. Benlerken kendini, kendi öğrendiklerinden değil de öğretilenlerden vazgeçer ya önce insan. Çoğu gayet maço küfürler tereddütsüz çıkar ağzımdan. Annem bayılacakmış gibi olur duyduğunda. Yıllarca beyhude kürek çekmiş olmasına mı yansın, yoksa halimime mi bilemez. Utanır ama ses etmez, kaçar hemen yanımdan.
Bugün öyle bir küfür ettim ki, bu sefer ben bile kendime şaşırdım. Bu kadarı da fazla dedim.
Sonra düşündüm, çok da hakketmişti o kişi bunu. Hakketmenin sonuna dek hakkını vermişti.
Savurdum küfürümü, döndüm arkamı, yürüdüm gittim.
İncelikler mühimdir hayatta, aksini hiç düşünmedim. ‘Gerçeklerse’ ama... Değillerse ‘s........’ler işte!..
Dedim ya, bu dili annem öğretmedi, anadilim değil. Kendi kendime, düşe kalka öğrendim. Lakin hem konuşur, hem yazar hem de söyleneni eksiksiz anlayabilirim....

15 Aralık 2008

Pabuç





pabuç, -cu Far.
isim.


1. Ayakkabı: “Ökçesi basık pabucunun içinde kara ve çatlak topuklu ayakları ellerinden ziyade ortadadır.” -Y. K. Karaosmanoğlu.
2. Masa, sandalye vb. mobilyaların ayaklarına takılan metal veya plastik eklenti.
3. fiz. İletken telleri elektrik birimlerine bağlayan veya cıvatalı bağlantıyı sağlayan parça.
4. mim. Bina kolonlarının temeldeki basma yüzeyinin geniş ve daha güçlü olarak yoğunlaştırılmış bölümü. Güncel Türkçe Sözlük


'Shukran jazeelan' demesiyle kafasına yiyiverdi önce sağ, sonra sol tekini pabuçların.
Nasıl da çirkin yüzü. Sağlık fışkıran al al yanaklarına, bembeyaz dişlerine, her sabah kilometrelerce koşmasına rağmen hem de.
İçinin karası yansımış yüzüne derler böylesine...
Teni onunkinden çok daha kara olan bir el, önce ayağına uzandı, sonra tüm gücüyle fırlatıverdi kafasına kafasına pabuçlarını.
Haysiyetli eller işte onlar, öpülesi eller.
Yaşanan arbedeyi yatıştırmak için sıyrık sıyrık gülümseyip; 'Don't worry, don't worry' demez mi bir de!
Sen ve senin gibiler olmasa hiç endişe duymayacağız ki biz.
Her el pabucuna uzansa, fırlatıverse sizin kafanıza kafanıza...

14 Aralık 2008

Unutmuyoruz, Affetmiyoruz!



Unutmuyoruz, affetmiyoruz" - devletin katillerine karşı uluslararası
eylem günü, 20.12.2008
Bugün (Cuma), işgal altındaki Atina Politeknik meclisi, katledilen tüm
gençler, göçmenler ve devletin uşaklarına karşı mücadele edenlerin
anısına, Avrupa'da ve küresel-ölçekte direniş eylemleri çağrısı
yapmayı kararlaştırdı. Carlo Guliani; Fransız banliyö gençleri;
Alexandros Grigoropoulos ve dünyanın dört bir yanındaki sayısız
diğerleri için. Yaşamlarımız devletlere ve katillerine ait değil!
Katledilen kız ve erkek kardeşlerimizin, dostlarımızın ve
yoldaşlarımızın anısı mücadelelerimizde yaşıyor! Kardeşlerimizi
unutmuyoruz, katillerini affetmiyoruz. Lütfen dünyanın olabildiğince
çok yerinde eşgüdümlü direniş eylemleri için ortak bir gün çağrısı
yapan bu mesajı çevirin ve yayın.

Orijinal çağrı metni:

http://athens.indymedia.org/front.php3?lang=el&article_id=943356

İngilizce çağrı metni:

http://www.occupiedlondon.org/blog/2008/12/13/we-dont-forget-we-dont-forgive-day-of-international-action-against-state-murders-20122008

3 Aralık 2008

Caddeler, yüzler, cepler...


Kalabalık caddelerde üzerime üzerime gelirken insanlar, ben aralarından süzülüyorum. Bir yüze takılıyor gözüm, zihnimde o yüzü takip ediyorum.
Şuraya gider şimdi bu yüz, bu yüzün adımları korkunca hızlanmaz, neşelenince ‘ahh’ der gibi güler. Bu yüz mesela üşenir koşmaya. Tembeldir adımları. Caddenin sağından yürür hep muhtemelen. Alamıyorum kendimi, yüzlerin peşine takılıyor onlarla akıyorum caddelerden aşağı. Bazen yukarı...
Hayatlar yazıyorum tanımadığım yüzlere. Küçülmek ve ellerindeki sapı kopmuş poşete sığmak istiyorum bu yüzlerin. Ellerini ceplerine soktuklarında buldukları çerçöpü merak ediyorum delicesine.
Sigara paketinin jelatini, az önce marketten alınan bir fatura belki...
Onlarla yürümek istiyorum caddelerde, sonra ceketlerini portmantoya astıklarına, sağ ayakları ile sol topuklarına basarak ayakkabılarını çıkardıklarına tanık olmak. Sokaklardan geçip onlarla evlerine varmak...

Fon Müziği:
Une Belle Historie - Michel Fugain

25 Kasım 2008

Hayvanlar Âlemi


Karga kafasızın teki
Peynirine sahip olamadı bir türlü
Peki sana ne demeli?
Kurbağa geçemedi, bak, karşıya
Yılan onu yedi yedi bitirdi
Peki sana ne demeli?
Kırkayağın kırk ayağı var
Bir kedi kadar olamadı
Düşemedi dört ayak üstü
Sonra şu pervane
Ateşe uçtu
Yandı, gitti, kül oldu
Gördün mü?
Kurt kuzuyu yedi
Zaten herkesin bildiği
Peki sana ne demeli?
Zebralar çizgili
Akrepler zehirli
Kışları
Uyur ayılar
Göçer bazı kuşlar
Kirpiler dikenli
Tilkiler sinsi
Şimdilerde
Filler hep yem pirelere
Hafızası yok balıkların
Atlar dört nala gitti
Peki sana ne demeli?

24 Kasım 2008

Evde




Günün Sözü: Sana Topal Piremi Bile Vermem

Fon Müziği: Van Morrison'dan herhangi bir şarkı

19 Kasım 2008

Öfkeyle Yazılan Sinema Yazısı




Filmlerde ağlayanlardanım diyerek başlamalı söze. Roman okurken de ağlayabilirim, bir şiir okuduğumda da. Hatta hiç akla gelmeyecek şarkılarda bile ağlarım.
Gerçek hayatta nefret ederim ağlamaktan. İterim habire içeri gözyaşlarını. Başkaları görsün istemem. Bilsinler istemem. Sanırım şimdiye kadar iki – üç kişinin yanında ağlamışlığım vardır en fazla. O da kurmaca dışı durumlarda. Saçma ama ne gelir elden. Bu da benim terbiyem.
Lakin dedim ya, filmlerde ağlarım. Meşru nedenler verir filmler ağlamak için. Bir kere ortalık karanlıktır. Hem katharsis diye de bir şey vardır. Gayet mantıklı. Brecht'e selam olsun. O da aslında haklı.
O kadar konuştular ki hakkında, ‘ hadi ben de göreyim’ dedim. Önce korsan bir DVD alsam, evde seyretsem diye düşündüm. Sonra ülke sinema endüstrisine katkıda bulunmak gibi bir güdüyle dün gece sinemaya gittim.
Gittim de iyi mi ettim bilmem. Fena halde sıkıldım. Çok sıkıldım. Üstüme üstüme gelen gecikmiş ergenlik sendromundan zaten uzuncadır bıkmıştım, bu film tuzu biberi oldu. Filmin esas oğlanına feci gıcık oldum. Karşıma çıksa suratına tokadı yapıştırırım, o derece.
Sözümü hiç sakınmayacağım. Bildiğin dallama işte esas oğlan. Hem de önde koşanı. Neymiş yalnızmış, ıssızmış, bağlanamıyormuş vs. Nasıl da bildik, nasıl da klişe! Gecikmiş ergenlik sendromundan muzdarip adamın teki göya aşık olmuş. Salak acaba aşkın ne demek olduğunu biliyor mu? Ama sonra bir bakmış, amanın bağlılık, sorumluluk falan filan girmiş devreye. Özgürlüğüm elden gidiyor melodisi eşliğinde derhal arazi olmuş.
Aslında filmin hakkını yememek gerek, gerçek bir Türk filmi bu. Çok buralardan. Filmi beraber izlediğim karşı cinse mensup ecnebi arkadaşım, filmden çıktıktan sonra bir sürü soru sordu. ‘Peter Pan’ dedi, ‘böyle de olur mu yahu, amma da abartmışlar, di mi’ dedi. Dedi de dedi. Resmen şaşırdı esas oğlanın haline. Sımsıkı sarıldım kendisine, ‘sus’ dedim, ‘dur, ben sana bir sarılayım’. İstiklal Caddesi’nin ortasında kendisine kocaman sarıldım, uzun süre bırakmadım.
O ne sevişme sahnesi öyle?!? O da çok buralardan. Türk erkeğinin hakikaten var seksle böyle bir derdi. Sevişemez bir türlü. Utanır mı, erkekliğine halel gelir diye mi korkar bilemem ama vardır işte. Performans kaygısı değil bu sadece. Güvensizliklerinde haklılar belki de, insan hayatta ‘erkek’ olmayı beceremeyince, nasıl sevişecek ki bir kadınla yaraşır şekilde?
Esas kızdan da bahsetmek isterim. O da en hafif tabiriyle salak , efendim. Adamın nesini unutamadın onca sene sonra? Nesine hâlâ aşıksın?
‘Dallama kızım o, dallama’ diye bağırmamak için kendimi zor tuttum sinemada. Hatta yanımdaki arkadaşım, mırmır konuşuyorum diye belli aralıklarla ağzıma patlamış mısır tıkıp durdu. Boğulacaktım.
Evlenmişsin, hadi onu geçtim çocuğun olmuş. Demek ki adamın tekini ondan çocuk yapacak kadar sevmişssin. Adam da adammış, elini taşın altına koymuş. Ne işin var hâlâ Peter Pan kılıklı adamla? Haa laf olsun diye evlenip çocuk yaptıysan, oh olsun o zaman sana. Müstahak!
Bu vesileyle Türk annelerine de seslenmek isterim buradan. Erkek çocuk sahibi olmak sorumluluk ister. Aklınızı başınıza devşirin. 40 yaşına gelen erkek çocuklarınızın tuvaletten ‘bittiii’ diye seslenecek kadar size bağlı ve bağımlı olması iyi bir şey değildir. Lütfen bırakın bez aşamasını geçtikten sonra doğal süreci izleyip büyüsünler.
‘Ratatouille’ adlı çizgi filmde ağlamaktan helak olan ben, salondaki hilafsız biz hariç herkesin ağladığı bu filmde bir damla gözyaşı bile dökmedi. Üstelik yanımdaki adam, ağlasam her türlü şefkati gösterebilecek, empati kurma yeteneği gelişmiş biriydi. Omuzları da gayet geniş.
Alper, Ada, filmin hiçbir karakteri bana değmeyi başaramadı. Hepsi ortalıkta görmekten çok sıkıldığım tiplerdi. Buna Beyoğlu da dahil. Filmin müziklerini tenzih etmek gerek. Hatta bir tek o iyiydi dersem abartmış olmam.
Diyeceğim odur ki, adam gibi adamlar var ortada. Bu gördüğünüz tam bir dallama. Evet, çok var onlardan. Lakin kısa süre sonra görünmez olacaklar, işsiz güçsüz dolanacaklar ortada, kel kalacaklar, göbeklenecekler misal. Hiç olacaklar. Aslında en çok korktukları gelecek başlarına; ne kimsenin ilgisini çekecekler ne de şu hayatta bir halt olacaklar. Aman yanlış anlama olmasın, burada bir halt olmaktan kastedilen maddî bir şey değil. Birini mutlu etmekten aciz, kendi mutluluklarını kurmaktan aciz zavallılar olarak uyanacaklar her güne. Budur demek istediğimiz.
Lakin tanrıya şükürler olsun ki var hakikaten ergenliklerini sancılı olsa da atlatmış adamlar. Onları seviniz. İnanın daha sevilesiler. Daha iyi sevişirler.
Rica edeceğim postmodern anlamlar katmayalım işin içine, dallama tüm zamanlarda dallama işte. Yok öyle, yok bağımsızlığım, yok cartım curtum. Ne saçma bir akıl yürütme, mitleştirme!
Kadın kadın, erkek erkek. Doğamıza bir zahmet sahip çıkıp farkında olalım. Kendisinin farkında olmayan kadınlardan, adamlardan da rica edeceğim uzak duralım. Sadece beyaz perdede olsalar bile.

17 Kasım 2008

Semt



Arapça, isim


1. Şehirde yerleşim bölgesi, yaka: “Şehri dolaşıyorum: Üç ayrı semte gittim.” -R. H. Karay.
2. Yan, taraf, cihet, yön.
Güncel Türkçe Sözlük



Uzun zamandır uğramadığım bir semte düştü yolum bu sabah. Malum istikamet Beyrut ve vize almam gerekti.
Sabahın erken saatleriydi, hep yürüdüğüm tarafından yürüdüm caddenin. Aynı kaldırımlardı ayaklarımın altındakiler. Tanıdılar adımlarımı. Köşedeki çiçekçi, ‘Günaydın’ dedi kocaman gülümseyerek. Soru soran gözleri, gülümsemesinin ardında kaldı. İyi de oldu.

Beklemem gerekti biraz. En yakındaki kafeye girdim. Dün geceden sonra kazan gibiydi kafam. Bir su ve portakal suyu siparişi verdim. Önce alka – seltzer’imi içtim, sonra portakal suyumu. Karşı masamda entelejensiyanın iki ünlü şahsiyeti oturuyordu. Gazete okumama gerek kalmadı. Bir bir anlattılar birbilerine gazetelerde neler olduğunu. Göz hapsinde gibiydim. Rahatsız oldum. Sandalyemi yana çevirdim. Güldüm içimden. Ne tanıdık bir sahneydi. Kaç kereler izlediğim ucuz bir filmdi bu. ‘Ne zavallıyız aslında’ diye geçti aklımdan. Sonra cümlenin gizli öznesini derhal değiştirdim.

Vize memuru çalıştığım üniversitede yüksek lisans yapıyormuş. Aksanlı Türkçesiyle ‘Hocam, hocam’ diyerek bir çırpıda hallediverdi işlerimi. Benimle birlikte küçük odada bekleyenler, merakla bakıyordu bana. Yaşlıca bir hanım, ‘aa bu yaşta ne hocasısın sen bakayım’ diye sordu. Söyledim ama inanmadı. İnandırmam gerekmiş gibi geldi o an. Yaşımı söyledim. Şaşırdı. ‘Eee minyonsunuz ya ondan’ dedi. Bu cümlenin de öznesi değişmişti. Siz olmuştum yaşıma hürmeten. Bir yaşım vardı benim. Çoğu kez hiç aklıma gelmeyen.

Konsolosluktan çıkar çıkmaz evime geldim. Hayal kurmak için güzel bir gündü. Başka bir şehri düşündüm, adımlarımı hiç tanımayan sokakları. Beyrut’u düşündüm.
Bir semtin bir anda insanın hayatından nasıl çıktığını düşündüm. Bir semt çıkarken hayatımdan, uzak bir şehrin aniden nasıl da girdiğini hayatıma. Girebildiğini...

Fon Müziği: Vagabonds - New Model Army

13 Kasım 2008

İstikamet


Arapça
isim (istika:met) :
Doğrultu

“Arkaya baka baka, yere yuvarlanmaksızın, istenilen istikamette kaç adım gidilebilir?” -A. Haşim.

Güncel Türkçe Sözlük




Fon Müziği:
Fairuz - Li Beirut

11 Kasım 2008

Dut Ağacının Altında...


Dut ağacının altındaki bankta oturuyordum. Boğazı görmeye gelen turistler, birbirlerine karşı kıyıyı gösterek anlamadığım bir dilde bir şeyler söylüyorlardı. Güzel bir gündü. Hiç bulut yoktu. Bir sürü güvercin vardı parkta. Sürekli pikeler yapıp çimlere konuyorlar, yiyecek bir şey bulamayınca havalanıyorlardı yeniden.
Onca boş bank olmasına rağmen gelip benim yanıma oturdu. 70 - 80 yaşlarındaydı. Üzerinde lacivert bir takım elbise vardı. Eprimiş. Dikişlerinin rengi solmuş. Gri fötr şapkasını kaldırarak selam verdi. Gülümsedim. Bir şeyler söyledi, duymamıştım. Israrla yüzüme bakınca kulaklıklarımı çıkardım. ‘Duyamadım sizi’ dedim. Sigara istiyordu. Verdim. Ne dinlediğimi sordu, söyledim. Başını salladı. ‘Şu bank,’ dedi tam karşıdaki bankı gösterek, ‘biz hep onda otururduk. Sonra şu lokanta var ya, oraya Zeki Müren gelirdi hafta sonları. Biraz pahalıydı ama ay başlarında götürürdüm hep onu yani hanımı. Sahibi geçen sene kanserden öldü.’
Konuşmadan dinledim. Gülümsemeye çalıştım ama inat etti dudaklarım. Kulaklarım da dudaklarım kadar inatçı olsa, duymak istemediklerini keşke hiç duymasa...

Fon Müziği:
Perfect Day - Lou Reed

5 Kasım 2008

Sancı



isim

1. İç organlarda batar veya saplanır gibi duyulan, nöbetlerle azalıp çoğalan ağrı: “Ani bir diş ağrısı gibi, manevi bir sancı ruhumu burmaya başladı.” -H. C. Yalçın.
2. mec. Sıkıntı.

Güncel Türkçe Sözlük / TDK

Fon Müziği: A Weather

2 Kasım 2008

Eller



Alnında kaç çizgi vardı, dişlerin çarpık mıydı, inci gibi miydi yoksa? Yara izi var mıydı yüzünde ya da çilin, benin?
Unuttum.
En çok elleri unutmaktan korkarım ben.
Başparmaklar önemlidir mesela. Bazıları balyoz gibi olur. İnceden inceden ilerler, tırnağın başladığı yerde genişler. Çirkindir bu tür başparmaklar. Bir parça buyurgan durduklarından belki.
Tırnaklarının şekli değişiktir herkesin. Kimileri geniş, kimileri dar ve uzun. Kimilerinin tırnakları etine yapışmıştır, asla bırakmaz. Pek hodpesent, pek bencil.
Bazıları yamuk keser tırnaklarını, bazıları yuvarlak, bazıları düz. Herkesin tırnak şekli dedim ya ayrı.
İşaret parmakları eğridir bazen, bazen dimdik ve düz olurlar. İşte onlar hedefi hiç şaşırmazlar. Orta parmaklar, serçe parmakları, başparmaklar....
En çok elleri unutmaktan korkarım ben.
Bazı eller büyük, kocaman, bazıları küçük, kendi halinde, iddiasız. Bazı eller güven verir.
Kalın parmakları severim. Sert elleri. Kendinden emin, kendinde elleri...
İnce uzun parmaklar korkutur. Güvenemem onlara. İnanmam.
Bazı ellerin içinde kaybolur elim. Tutarlar sımsıkı. Yumruk olurlar o eller. Benim diyen el gelse, açamaz o yumruğu. Ben işte en çok o elleri severim.
En çok elleri unutmaktan korkarım ben. Elleri unutunca bilirim. Bilirim ki o ellerin sahipleri değemez artık bana.
Kendinden vazgeçer hafızam. Zorlamaz ne beni ne kendini. Geri çağırmaz el ele verip unuttuğumuz elleri.
Ben o kadar çok el unuttum, unutmaktan o kadar bıktım ki...

30 Ekim 2008

Sıradan Şeylerin Sabrı


Fincanın çayı içinde saklayışı,
Bu da bir aşk aslında, öyle değil mi?
Sandalye nasıl da sağlam duruyor, tam bir kare,
Sonra şu yer, nasıl da karşılıyor ayakkabıların tabanlarını
Ya da ayak parmaklarını.
Nasıl da biliyor ayakların tabanları,
Olmaları gerektikleri yeri.
Sıradan şeylerin sabrı üzerine düşünüyorum uzuncadır,
Giysilerin gardroplarda nasıl da saygıyla beklediğini,
Sabunun tabakların üzerinde nasıl kuruduğunu,
Havluların ıslaklığı nasıl içtiğini,
Sırttaki deriden.
Peki ya şu merdivenlerin kendini sevimli sevimli tekrarına ne demeli,
Bir pencereden daha cömert ne var ki?

Pat Schneider

Türkçesi:


Fotoğraf:

Cheryl Dunn ve Michael Karbelnikoff'un New York, Greenwich Village'daki evi

The Patience of Ordinary Things

It is a kind of love, is it not?
How the cup holds the tea,
How the chair stands sturdy and foursquare,
How the floor receives the bottoms of shoes
Or toes. How soles of feet know
Where they’re supposed to be.
I’ve been thinking about the patience
Of ordinary things, how clothes
Wait respectfully in closets
And soap dries quietly in the dish,
And towels drink the wet
From the skin of the back.
And the lovely repetition of stairs.
And what is more generous than a window?

Pat Schneider

29 Ekim 2008

Bu Aşk Burada Biter!


Dile kolay 18 sene. Ben çöpsüz üzümün sapı ve hatta bizzat kendisiyken, vadeli mevduat hesaplarına gülüp telefon numaralarını ezbere bilirken, 'papa was a rolling stone' iken, hani işte karınlarımız dümdüz aşağıya inerken karşılaşmıştık.
İlk görüşte aşk değildi bizimkisi. Uzun süre uzaktan kesmiştik
birbirimizi.
Bodrum'daydık, hava sıcaktı, Pina Colada içiyorduk, lokma filan
yiyorduk geceleri. Öyle bir gezdiriyorduk ki kendimizi…
Tek bir manyel. Bu iş tamam. Ayrılmadık. Ayrılamadık. Denedik olmadı.
O beni, ben onu hep aradı.
Ama bugün, şimdi tam da bu anda, bu aşk burada biter!
Sen sağ, ben selamet. Ya da ben selamet, sen sağ. Artık ne fark eder!...

Fareli Evin Blogcusu



Fotoğraf: Elle Moss
Fon Müziği: Lenka

28 Ekim 2008

Prospektüs



Üretici Firma: GlaxoSmithKline

Etken Madde(ler):
Salbutamol 100 mcg/doz



Kullanım Şekli:

Günlük kullanım dozu 1-2 inhalasyondur (maksimum 8 inhalasyon).

Endikasyonları:
Salbutamol selektif bir Beta2 adrenerjik reseptör agonistidir. Etkisi çabuk başladığından özellikle hafif astım tedavi ve profilaksisi ve orta şiddetli astım alevlenmelerinin tedavisi için uygundur. Astım, kronik bronşit ve amfizemden ötürü oluşan reversibl havayolu tıkanmasında çabuk başlayan etkisiyle (etki 5 dakika içinde başlar) kısa süreli (4 saat) bronkodilatasyon sağlar. Salbutamol, semptomlar oluştuğunda rahatlamak için hasta tarafından bilinen, astım krizinin ortaya çıkmasına neden olabilecek koşullarda (örn. egzersiz, kaçınılması mümkün olmayan allerjene maruz kalınması durumunda) semptomları önleyici olarak kullanılır. Özellikle hafif, orta ve şiddetli astımda hemen rahatlatıcı ilaç olarak kullanılır. Ancak, salbutamole güvenilerek düzenli kortikosteroid tedavisine başlanılması ve tedaviye devam edilmesi geciktirilmemelidir.

Kontrendikasyonları:
Geçmişinde aşırı duyarlılığı bilinen hastalarda kontrendikedir. İntravenöz salbutamol ve bazan salbutamol tabletleri erken doğum sancılarının önlenmesinde plasenta previa, ante-partum hemoraji veya gebelik toksemisi gibi komplikasyonlar dışında kullanılmasına rağmen, inhale salbutamol müstahzarları gebelikteki düşük tehditlerinde kullanılmamalıdır.

Uyarılar:
Astım tedavisinde normal olarak basamaklı bir tedavi uygulanmalı ve hastanın cevabı klinik olarak ve akciğer fonksiyon testleri ile yakından takip edilmelidir. Astım semptomlarını kontrol için kısa-etkili inhale Beta-2 agonistlerinin kullanımının artışı astım kontrolünün yetersizliğini gösterir. Bu durumda hastanın tedavi planı yeniden gözden geçirilmelidir. Astım kontrolündeki ani ve ilerleyici kötüleşme potansiyel olarak yaşamı tehdit edicidir ve kortikosteroid tedavisine başlanması veya dozun artırılması düşünülmelidir. Risk altında olduğu düşünülen hastalarda günlük “peak flow” kontrolüne başlanabilir. İnhale salbutamolün daha önce kullanılan etkili dozları ile en az 3 saat rahatlama sağlanmadığı takdirde gerekli önlemler alınmalıdır. Salbutamol tirotoksikozlu hastalarda dikkatli kullanılmalıdır. Daha ziyade parenteral ve nebülize uygulama ile Beta-2 agonist tedavisi potansiyel olarak ciddi hipokalemiye neden olabilir. Akut şiddetli astımda bu etki ksantin türevleri, steroidler, diüretiklerin birlikte kullanımı ve hipoksi nedeniyle şiddetlenebileceğinden özel dikkat gösterilmelidir. Bu durumlarda potasyum serum düzeylerinin kontrolü önerilir. Gebelikte, sağlanması beklenen yarar fetüse olası etki riskinden büyük ise düşünülmelidir. Salbutamol insanlarda herhangi bir kötü sonuca yol açmaksızın geniş ölçüde kullanılmıştır. Buna, erken doğumların önlenmesinde iyi bilinen kullanımı da dahildir. Bununla beraber, insan gebeliğinin erken safhalarındaki güvenilirliği ile ilgili yayınlanmış kanıtlar çok azdır. Fakat hayvan çalışmalarında çok yüksek doz seviyelerinde fetüse bazı zararlı etkileri olduğuna dair kanıtlar vardır. Muhtemelen anne sütüne geçtiğinden beklenen yararları herhangi bir potansiyel riskini dengelemedikçe emziren annelerde kullanımı önerilmez. Anne sütündeki salbutamolün yenidoğana zararlı bir etkisi olup olmadığı bilinmemektedir.

Yan Etkileri:

İskelet kaslarında hafif bir titremeye neden olabilir, genellikle titreme en çok ellerde belirgindir. Bu etki dozla ilgilidir. Nadiren baş ağrıları bildirilmiştir. Bazı hastalarda periferal vazodilatasyon ve kalp hızında dengeleyici küçük bir artış görülebilir. Anjiyoödem, ürtiker, bronkospazm, hipotansiyon ve kollaps gibi aşırı duyarlılık reaksiyonları çok nadir olarak rapor edilmiştir. Çok nadir olarak kas krampları bildirilmiştir. İnhalasyon tedavisinde, inhalasyonu takiben hemen hırıltıda (wheezing) artış ile paradoksal bronkospazm görülebilir. Bu durum alternatif bir uygulama veya farklı bir çabuk etkili bronkodilatör ile tedavi edilmelidir. Salbutamol inhalasyonu hemen kesilmeli, gerekirse alternatif tedaviye başlanmalıdır. Beta-2 agonist tedavisi potansiyel olarak ciddi hipokalemiye neden olabilir. Nadiren çocuklarda hiperaktivite bildirilmiştir. İnhale salbutamol ile ağız ve boğazda irritasyon oluşabilir.

İlaç Etkileşimleri:
Ampul, inhaler ve diskler: MAO inhibitörleri ile tedavi edilen hastalarda kontrendike değildir. Propranolol gibi selektif olmayan beta bloker ilaçlarla birlikte kullanılmamalıdır. Nebulizer ve şuruplar: MAO inhibitörleri ve trisiklik antidepresanlarla tedavi edilen hastalara verilirken salbutamolün dolaşım sistemi üzerine etkileri artabileceğinden aşırı dikkat gösterilmelidir. Tabletler: Diğer oral sempatomimetik ajanlarla kombine edilmemelidir. Böyle kombinasyonlarda ciddi kardiyovasküler etkiler ortaya çıkabilir. Ancak bu tavsiye, salbutamolün aerosol tipinde adrenerjik uyarıcılarla birlikte temkinli kullanımını engellemez. Bununla birlikte böyle bir birlikte kullanım rutin olarak uygulanmaz. Salbutamolün kardiyovasküler sistem üzerindeki etkisini artırabileceğinden MAO inhibitörleri ve trisiklik antidepresanlarlarla tedavi edilen hastalara salbutamol dikkatli verilmelidir. Tablet formları da propranolol gibi nonselektif beta bloker ilaçlarla birlikte kullanılmamalıdır.

25 Ekim 2008

Bana Erişiminiz Mahkeme Kararıyla Engellenmiştir

Burma'ya ya da Mynmar'a taşınmaya karar vermiş bulunuyorum. Araştırdım iş bulabilirim, kiralar da düşük. Hem orda faşizmin adı da faşizm. Dikta rejmine de dikta rejimi diyorlar, demokrasi filan değil.
Bir mahkeme kararı daha bekliyorum, beni de kapatsınlar. Sürsünler hatta bu ülkeden, nereye isterlerse oraya yollasınlar. Hiç umurumda olacağını sanmam.
Gözümün önünden gitmeyen bir fotoğraf var benim, kaldırımda boylu boyunca yatan bir adam... İçimi acıtan çok şey var. Öfkeye çalan. Zaten uzuncadır burada yaşıyor olmaktan utanıyordum, kapatsınlar mahkeme kararıyla beni, sonra da sürsünler. İşime bile gelir.
Sınıfımdaki öğrencilerden biri Kürt, ana dili Kürtçe. 'İlk kez yabancı dil öğreniyorum' dediğinde, 'olur mu Türkçe öğrendin ya' dedim geçenlerde. Dondu kaldı. 'Hocam, siz hakikaten Kürtçe'yi dilden sayıyor musunuz?' dedi ağzı bir karış açık. Boğazım düğümlendi. Düğüm düğüm oldum. 'Elbette,' dedim, 'üstelik fonetiğini de severim'.
Bazı öğretim elemanları, 'Aman da türbanını çıkar başından, onun yerine şapka tak' diyor kız öğrencilere. 'Beni kandır, hadi kandır' diyorlar yani mütemadiyen. Biri de çıkıp 'kadınlar neden başını kapatmalı ki, bunu kendine neden yaptırıyorsun ki' demiyor. Herkes binmiş bir kandırdur arabasına, son gaz kendi cehennemine gidiyor.
Kimse gündelik hayatına, kendine dönüp şöyle bir bakmıyor. Kişisel olan her şeyin siyasî de olduğunu anlamıyor. Hani var ya müdürün şirketteki, o mesela seni sömürüyor. Mesai ücretlerini vermiyor. Evdeki sevgilin var ya, en temel haklarına tecavüz ediyor. Var ya o öğretmenin sınıftaki, senin özgür düşünmeni engelliyor...
Ortaokuldaydım, din kültürü ve ahlak bilgisi dersinde, meğerse o dönem yasaklı bir kitabı koymuşum kaynakçama. Evde bulmuştum. Onüç yaşındaydım. Rakamla 13. Öğretmen çağırmıştı beni yanına; 'Bu kitabın ne olduğunun farkında mısın?' demişti. 'Ee, kitap işte' diye kekelemiştim. 'Bu seferlik seni affediyorum ama bir daha böyle bir kitap görürsem elinde, kaynakçanda seni disiplin kuruluna sevk ederim.' demişti. Gözleri kocaman olmuş yüzüme bakarak. Oradan da mahkemeye giderdim herhalde. Örgüt kurmak suçundan 3 - 4 yıl yer, çıkınca psikiyatrik tedavi görür, ödevini yapan iyi öğrenci yerine kötü vatandaş olarak fişlenirdim. Bunlar şimdi düşündüklerim.
Korkmamıştım tabii. Hem de hiç. O yaştaki aklımla gülmüştüm bile bir kitabı yasaklamalarına. Evdekilere bir şey dememiştim. İkinci dönemki ödevim yerine de aynı ödevi tekrar temize çekip vermiştim. Bu kararı da bizzat kendim vermiştim.
Blogger'a bilmem ne sitesi üzerinden ulaşılabiliyor diyorlar ya, ulaşmayacağım. Son kez yazıyorum buraya. Mahkeme kararıyla bana erişiminiz engellenmiştir...


Meraklısına Not:


faşizm
isim Fransızca fascisme

1 . İtalya'da 1922-1943 yılları arasında etkinliğini sürdüren, meslek kuruluşlarına dayanan, devlet sınırlarını genişletmeyi amaçlayan, yetkinin, tek partinin elinde toplandığı düzen.
2 . Demokratik düzenin yerine aşırı bir ulusçuluk ve baskı düzeni kurmayı amaçlayan öğreti.


Kaynak: TDK

23 Ekim 2008

Diskur / Destur / Pause


Söylediğimiz her söz nasıl da ele veriyor bizi. O kelimeyi seçen, o özneyi bu yükleme değil de şuna yakıştıran biri nasıl da deşifre ediyor kendini.
Bir ‘pause’ düğmem var benim, otomatik olarak devreye giriyor. Kendiliğinden. Çok da iyi yapıyor. Gayet memnunum kendisinden...
İyi tanıdığım, az tanıdığım ya da yeni tanımaya başladığım insanlarla konuşurken, onları dinlerken, yazdıklarını okurken bir an geliyor maddi manevî ‘pause’a geçiyorum.
O anın da linguistik bir karşılığı oluyor işte hep. Bir kelime, bir cümle...
Bir tek kelime bazen nelere kadir olabiliyor. Nasıl da çıktığı ağızı kirletip rezil edebiliyor.
Vezir ettiği de oluyor elbette ama nadiren. Zaten ‘pause’dan çok ‘record’a geçiyor o nadir anlarda bünyeler. Kulak kesiliyor , göz kesiliyor, kalp kesiliyor insan. Sadece o cümleyi kurabildiği için birini çok ama çok sevebiliyor. Lakin dedim ya nadiren.
Geçen hafta yıllardır tanıdığım birinin bir çift lafı değdi kulağıma. Silindi tüm geçmiş bir anda. Önce ‘pause’a geçtim, havada kaldı sözleri. Sonra aldı aklım onları, söyleyeni ile birlikte çöp kutusuna attı. Kendisinin haberi yok, sözlerin bunda aslında hiç ama hiç suçu yok. Sözlüklerde öylece duruyor onlar. Bigünahlar. Günahları cümle içinde kullananın boynuna, onların mülazat hanesinde kayıtlı.
Sözlerin dedim ya, inanın hiçbir şeyden hiç ama hiç haberi yok...

17 Ekim 2008

Mola


Önceki Gün

O tuzluk orada değil de burada dursa, aa bak şimdi de kül tablasını yerinden etti. Orada dursun işte. Orada dursun bana ne! Hem ne bu ya, sürekli konuşmak mı lazım? Aynı evde sessiz kalınmaz mı, kalınamaz mı hiç?
Kafa seslerim...Bir kaç gündür ...
Evde olduğum her dakika işkence çekiyorum. Karşımdakine çaktırmamak için katlanıyor içimde yaşadığım rahatsızlık, günün stresine ekleniyor sonra yüzümde salak bir gülümseme, ‘aman sen üzülme’, ortada dolanıyorum. Sıkça da kendimi ya dışarı atıyorum ya da çeviriyi bitirmem lazım diye çalışma odasına kapanıyorum.
Olmuyor ama hakikaten olamıyor. İnsan yalnız yaşamaya alışınca, eve gelen annesi bile olsa bayağı bir zorlanıyor.
Aslında bizim durumumuz farklı, ben geldim yerleştim annemin evine. O gayet mutluydu tek başına. Zaten altı ay burada, altı ay pansiyonda ya. Gıkı çıkmadı kadının, yıllardır biriktirdiklerimi küçükken yaşadığım odaya sığdırdı. Tek şartı vardı, ‘o köpek burada olmaz’. Hakikaten de olmazdı, ev iki kişi ve bir köpek için fazla küçüktü. Hele de söz konusu köpek bir Irish Setter olunca. Anlaştık. Zor oldu Tarçın’dan ayrılmak ama mecburdum. İşsizdim, kiramı ödeyemiyordum, oraya buraya yazılan iki yazı ve çevirilerden gelen para ile geçinemiyordum...
Tamam, farkındayım. Ve de evet suçluyum. Tarçın’ı terk ettim.
İki gündür kafamı kurcalayan şey, anneme yani 34 senedir ve hatta öncesinde de 9 ay 10 gün organik olarak bağlı olduğum anneme tahammülde zorlanırken, neden aynı tahammülsüzlüğü sevgililerime hiç göstermedim. Yani en azından ilk bir yıl filan. Sanırım ne kadar beraber yaşasanız da, yaşanılan ev beraber tutulan, satın alınan ve döşenen bir ev değilse, hâkimiyet elden gitmiyor. Ev senin evin olarak kalıyor. Ya da işte cevabı sadece aşk. Herkesi eşit derecede salaklaştıran aşk devreye giriyor, durum bir anda değişiyor.
Tarçın yüzünden çektiğim vicdan azabı ölene dek peşimi bırakmayacak biliyorum ama anneme karşı duyduğum suçluluğu, bazı gerçekleri ayan beyan yazarak hafifletebilirim. Bir tanedir benim annem; içinde yaşadığı toplumun fersah fersah ilerisinde, 'elalem ne der'lerden çok ötede bir yerde, benimle büyüyen, değişen, bana kadın olmanın ne de harika bir şey olduğunu öğreten bir annedir o. Bir kere bile ona yalan söylemek zorunda kalmadığım çocukluk ve ilk gençlik yıllarım için kendisine minnettarım.
Sabretmek lazım sanırım. Alışana kadar sükûnetimi korumam ve de bir an önce alışmam...

Dün

Listeler yapıldı, alışverişlere çıkıldı. Ömrü hayatımda bir daha giymeyeceğim gecelikler alındı. Bir tanesinin üzerinde kedi yavruları var. Annem belli ki ‘sevimli’ olalım istiyor, hem ben hem üzerimdekiler. Oysa bilmiyor, kendime yakıştıracağım son sıfat sevimli, gecelik ise kedili. Neyse dedim, teşekkür ettim. ‘Gecelik giymem ki hiç’ bile demedim. Ne de olsa zarurî şimdi gecelik.
Öyle uzun uzun yataklarda yatamam ben. Uykuyla aram zaten oldum olası limonî. Kitaplar aldım ben de. Çizgi romanlar çokça. Bir de Oscar Wilde’dan alıntılar. Şöyle serin laflar okumak iyi gelebilir dedim.
Sigarayı bırakmam gerekti, beceremedim. Bakalım bana madik atacak mı? Nefesime mâni olacak mı?
Tarif edemeyeceğim bir hızda geçiyor günler, günlerin içinden geçiyorum ben. Zaman kavramım ciddi anlamda evrildi. Gelecek zamanı reddediyor bünyem. Şimdiki zaman dışında bir zamanı tahayyül edemiyorum bile. Öncesi ve sonrası yok halet – i ruhiyemin. ‘Dead Poets Society’ hissiyatı içinde değilim, sadece düşünmemeyi seçtim.
Hatırlamıyorum da.
Mesela yerdeki pirinç tanesi. Tek bir pirinç tanesi. Günü, saati belli. Hiç bakmadan çektim aldım elektrik süpürgesi ile. Tek nefeste çekti aldı süpürge, pirinç tanesini çerin çöpün içine.
Başka bir zaman olsa, öncesinde mesela, alırdım elime o pirinç tanesini, evirir çevirir bakardım. Yüzümde eğri bir gülümseme, hatırlardım. Hatırlamak istemeyince hatırlamaman ne acayip, ne şahane!!! Aslında nasıl da benci, nasıl da bencilce…
Her şey yokmuş gibi yapabilirsin, hiçbir şey hiç olmamış gibi.
Kısa sürecek diyorlar. Bence de kısa sürecek. Hem sonrası güzel, sonrası rahat. Sonrası herkes gibi.
Italiensk for Begyndere’yi seyrettim bir kez daha. Beklemiyorum sanıyordum ama bekliyormuşum. Az kaldı. Benden de, günlerden de.
‘Yok’u var etmeye çalışmaktansa, ‘var’ı yok etmek daha kolaymış. Ne biçim bir işse…
Her şey bitsin, bineyim o uçağa. James Joyce’un evine gideyim. Nehir kenarında bir kahve / konyak içeyim. Adımlarımın hiç değmediği sokaklarda gezeyim. Tanımadığım insanların hikâyelerine kulak misafiri olup bilmediğim dillerde yazılmış tabelaları takip ederek bilmediğim yerlere gideyim...


Bugün

Zorunlu bir ara. Yazacaklarım yazmak istediklerim olmadığından. Yazarsam kendimden sıkılacağımdan. Kayıtlara geçmesin ve unutulsunlar diye, söz uçsun, yazı kalmasın diye mola…

16 Ekim 2008

Banyo




isim (ba'nyo) İtalyanca bagno

1 . Yapılarda, içinde yıkanılan bölüm.
2 . Banyo küvetinde yıkanma işi.
3 . Tedavi amacı ile hazırlanan ilaçlı su:
"Doktorlar hap, banyo ve perhiz tavsiye etmiş."- B. Felek.
4 . Vücudun bir bölümünü veya bütününü, fiziksel veya kimyasal bir etki altında bir süre bulundurma işlemi:
"Güneş banyosu. Kükürt banyosu. Çamur banyosu."- .
5 . Fotoğrafçılıkta ve filmcilikte duyarlı yüzeylerin işlenmesinde belirli bir işlemin gerektirdiği maddeyi erimiş olarak içinde bulunduran sıvı:
"Fotoğraf banyosu."- .
6 . Film ve fotoğraf kâğıdını bu sıvıya batırma.

15 Ekim 2008

İncelikler ...



The little unremembered acts of kindness; hatırlanmayan küçük incelikler. İncelik mi, zarif hareketler mi, genelinde zerafet mi adı emin olamadım. Ama onu seviyorum.
En sevdiğim roman karakteri kim diye sorarsanız, hiç düşünmeden Holly Golightly derim. Film mi? ‘Breakfast at Tiffany’s’i tek geçerim.

Adı neyse onun, hadi incelik diyelim, yakışır, işte o en sevdiğim…

The little unremembered acts of kindness and love are the best parts of a person's life.
William Wordsworth.


14 Ekim 2008

Kayıt Cihazı




Kütüphanede:

- Hocam, size kitap veremeyiz.
- Neden? Geçen ay almıştım.
- 1994 Mayıs’ında aldığınız bir kitabı hâlâ getirmemişsiniz.
- Şaka mı bu?
- İsterseniz müdürümüzle görüşün. Gerçi izinli ama yardımcısı burada.
- Merhaba! 1994’te aldığım kitabı* iade etmiştim ben. Cezasını da ödemiştim.
- Makbuzu görebilir miyim? (Kafasını kaldırmadan)
- Ee mümkün değil. Uzun zaman oldu malum.
- Aa, saçlarına ne oldu? (Kafasını kaldırıp)
- Ne olmuş?
- Ee upuzundu senin saçların. Beline kadar, kıvır kıvır.
- Haa kestirdim. Uzun zamandır böyle ama zaten.
- Uzat uzat. Çok güzeldi.
- Sağolun da kitap?
- Tamam alabilirsin kitabını. Sen hakikaten hoca mı oldun şimdi burada?!?

*Journal, Katherine Mansfield

Okulun Bahçesinde:

- Ee, Ş, bu köpek maması ama bu kedi.
- Olsun hocam, bu kedi kör.

Kantinde:

- Good Morning!
- Good Morning! I am late to Philosophy! Will go back soon and vote for Obama!
- All right, then.

Koridorda:

- Hocam siz evli misiniz? Yani are you married?
- Hayır.
- Aaa, neden? Why? Aaaaa, evlenin... Pardon, hocam ya. Ben ne diyorum böyle?

Koordinatörün Odasında:

- Zizania, seni rep yapalim diyebilir miyim, akademik kurula sen
gireceksin desem.
- Yok diyemezsin ve deme.

Sınıfta:

- Hocaammmm, biraz İspanyolca konuşsanıza. Müzik gibi gelir, uykumuz açılır.

Manavda:

- Bu biberler acı mı?
- Yani abla, şimdi ne desem ki?... Acıdan ne anladığına bağlı…

Bakkalda:

- Hamdi ağbi, n’aber?
- İyidir. Kapitalizm nasıl çöktü ama...

Evde:

- Sen depresyonda mısın?
- Yoook, evdeyim.

13 Ekim 2008

Yapılacak İşler



Boy: 1.60
Kilo: 48
Yaş: 34
Kan Grubu: B Rh –
Ateş: 38.4

Yapılacak İşler:

Kan testi
Doktorun söylediği ilaçların alınması
Kompozisyon kağıtlarının okunması
Röportaj sorularının hazırlanması
Evin temizlenmesi
Gardıroptan mevsime uygun giysi seçilmesi
Pasaport fotoğrafı çektirmek
Saç kestirmek
Anne geldiğinde aç kalmasın diye yemek pişirmek; bir çorba, bir de zeytinyağlı mesela
Alışveriş (Meyve, süt, sıkmalık portakal, toz zencefil, bir kaktüs, bir yuka, bir benjamin, salona taze çiçekler...)
Digiturk servisin aranması
Deri ceketin kuru temizlemeden alınması

Süre: Bir gün yani 24 saat

Ekip / Ekipman :
Zizania'nın bizzat kendisi yani sadece bir homo sapiens sapiens, üstelik petite’inden.

Durum: Umutsuz

Fon Müziği: What Have I Done To Deserve This? - Pet Shop Boys featuring Dusty

12 Ekim 2008

Şeftali Konservesi


Bir kere olmuştu. Pekâlâ yine olabilir. Kar yağıyordu, gölün üstü, 'Gümüş Patenler’deki gibi donmuştu. Tek başıma kaldığım bungalovu andıran evden çıkıp öndeki eve gitmiştim. Beraber yemek yiyecektik. Kapıdan içeri girer girmez, ‘Ya inanmayacaksınız ama canım ne istiyor, biliyor musunuz’ dediğimde hepsi bir ağızdan, ‘sıcak çikolataaaa’ diye bağırmıştı. Ne de olsa bu kartpostala en çok o uyardı. Ha belki bir de sıcak şarap.
Lakin benim canım fena halde şeftali istiyordu. Kocaman sulu bir şeftali. Isıra ısıra yiyeceğim, suyu ellerimden akacak bir şeftali.
İstanbul’a yakın ama uzak bu taşra ilinde, İstanbul’dan getirdiğimiz tabak çanaklarla harika bir yemek yemiştik. Masayı toplarken ‘ama bu manzarayı, bu karı kim böyle seyrediyor ki bizden başka şimdi, aslında o kadar da fena değil hayatımız’ diye avutuyorduk birbirimizi. Ait değildik buraya ama idare ediyorduk. Haftada üç gün diyorduk. Haftada sadece üç gün.
Tatlı da eksik olamazdı menüde. Biliyordum ama bu kadarını tahmin edemezdim. ‘Sana bir sürprizim var’ dedi evsahibemiz. Ne zamandır atölyesinde gördüğüm seramik kertenkeleden istiyordum. Kar yolları kapadığından, öğrenciler yoktu ortalıkta bu hafta. Belki zaman bulup bana da bir kertenkele yapmıştır diye geçti aklımdan. Sordum; ‘Yok,’ dedi; 'O kadar tahmin edilebilir bir sürpriz değil'. Yerinden kalktı, mutfağa gitti. Geri geldiğinde elinde bir kavanoz şeftali vardı. Akşam yemeği için alışverişe çıktığında, Migros’ta görmüş, renklerini beğenmiş, bu şeftali konservesini almış gelmiş. Gözlerime inanamamıştım. Sevinçten havalara sıçramıştım.
Eksi sekiz dereceydi dışarıda hava, lapa lapa kar yağıyordu. İstanbul’a dönemeyecektik bir kaç gün daha. Yollar kapalıydı ama elimdeki tabakta turuncu - kırmızı koca bir şeftali vardı.
Hastayım. Hiç hasta olmamam gereken bir zamanda hem de. Şurada kalmış 8 x 24 büyük güne. Boğazım, başım ve kulağım ağrıyor. Dün gece saat dörtte yağmaya başlayan yağmur büyük oranda sorumlu halimden. Ama aslında suç benim. Kabul ediyorum. Ne gerek vardı ki o yağmurda ıslanmaya? Başka bir yağmuru da bekleyebilirdim.
Yatsam sıkılıyorum, kalksam ayakta zor duruyorum. Bu satırları yarı yatar pozisyonda yazıyorum. Kapı çalsa diye geçiyor aklımdan, biri bana Won Ton çorbası getirse, yanında acı sos olsa bir de. Evet, mercimek çorbası ya da tavuklu şehriye çorbası filan değil. Won Ton istiyor canım. Kar yağarken şeftali istediği gibi...
Ateşimi ölçtüm, 38. Hiç fena değil, di mi? Ağır bir soğukalgınlığı geçirdiğim söylenebilir.

9 Ekim 2008

Adsız Sansız...


Mühim bir toplantıydı aslında. Konsantre olmam, söylenen her şeyi not almam gerekti. Lakin mümkün olamadı. Ben az önce sınıfta öğrencilerimden birinin söylediği bir şeyi düşünüyordum.
Teni benim kadar koyu Mardinli öğrencim, ‘en büyük hayaliniz nedir’ gibi klişe bir soruya, daha önce hiç duymadığım bir cevap vermişti. Yeni öğrenmeye başladığı bir dilde hiç tereddüt etmeden: ‘I Wants Be Human!’ demişti, gözleri gözlerimin taa içinde.
Şahane bir cümle değildi. Hatta yanlıştı ama düzeltmedim. İçimden düzeltmek gelmedi.
Toplantıya da bu cümle ile girdim. Aklımda, içimde, susan dilimde bu cümle. Gözümün önünde, insan olmak isteyen 18 yaşında bir çocuk.
Toplanma amacımız, Pazar günü büyük bir firmanın çalışanlarına verilecek olan mülakattı. Neler yapacağımız, nasıl değerlendireceğimiz konuşuluyordu. İşinin uzmanı hanımlar ve beyler olarak bir araya gelmiş, değerlendirmemiz adil ve tutarlı olsun diye tartışıyorduk. Daha doğrusu tartışıyorlardı. Ben dinliyormuş gibi yapıyor, önümdeki deftere çöp adamlar çiziyor ve insan olmak isteyen çocuğu düşünüyordum. Bir anda irkildim:
‘Let’s not get into anything sentimental’ dedi toplantıyı düzenleyen uzmanların uzmanı. Sonra da devam etti; ‘İşin içine hiç duygu bulaştırmayalım. Hep kendilerini acındırırlar ve bu sınavı geçmenin hayatlarını değiştireceğini söyler dururlar. Her ‘skill’inizi kullanın. Bu oyuna gelmezsiniz zaten ama hatırlatayım dedim. Bizim işimiz bu...’
Etrafıma bir baktım. Yakın arkadaşlarımın hepsi çöp adamlar çiziyordu. İçim rahat etti. Aklım Mardin’e, öğrencime, insana geri gitti...

....................

İki hafta filan önce, caddenin kenarında durmuş, sağ elimi havaya kaldırıp tam taksinin tekini durduracaktım ki onu gördüm. Çok güzeldi. Onbeş yaşında ya vardı ya yoktu. Sarı kirpikleri, kocaman mavi gözlerini gördüklerinden korumaya çalışmak için amma da uzamıştı. Bembeyazdı yüzü. Süt beyaz. Elinde bir kağıt parçası, evirip çevirip ona bakıyordu. Arada dudakları büzülüyor, bir şey söylemek istiyor da söyleyemiyor gibi sıkıntı içinde kaldırımda öylece duruyordu. Şehrin en işlek caddelerinden birindeydik. Belli ki hiç alışık olmadığı bir kalabalığın ortasındaydı. Göz göze geldik. Utandı. Gözlerini kaçırdı hemen. Neden utandığını anlamıştım. Kendinden utanıyordu. Koca şehrin görkemli insanları vardı her yerde, kocaman binalar, hızlı adımlarla yürüyen kadınlar, adamlar, susmayan kornalar... Ben de şehirliydim işte neticede. O ise küçük bir yerden gelen küçücük bir çocuk / insan.
Yanına gittim. Deterjan kokuyordu üstü başı. Belli ki annesi özenle giydirip yollamıştı buralara. ‘Bir yeri mi arıyorsun? Yardım edeyim mi?’ dedim. Sesi titreyerek, ‘Abla, ben kayboldum’ dedi. İçimden sarılmak geldi ona o an. Şöyle sımsıkı sarılmak, saçlarını okşamak. ‘Korkma, ben buradayım’ demek.
İyi de ben kimdim ki?
Bir çırpıda anlattı sonra. Ağabeyi askerdeymiş, onu görmeye gelmiş. Annesinin yolladıklarını verecekmiş. Okul başlamadan elini öpecekmiş. Kars’ın bir köyündenmiş. ‘Ben seni götürürüm ağabeyine’ deyince önce gözleri parladı. Sonra ‘Yok yok, ben bulurum. Sen bana anlat’ dedi. Aynı yöne gittiğimi, taksiye bineceğimi söyledim. Israr ettim. Onu orada yalnız bırakamazdım. Onu yalnız bırakmak istemedim. Korkuyordu. Benden... ‘Taksiciye de sorarız eğer aklına yatmazsa sen inersin taksiden’ dedim. Kabul etti. Bir taksi durdurdum, ‘Abla, ben öne oturayım mı?’ dedi. Güldüm. Utandı yine, ben gülünce. ‘Yok,’ dedim, ‘Utanma. Oğlan çocukları meraklı oluyor ya hep arabalara. Ondan güldüm’.
Kışlanın önüne gelince arabadan indi. Taksiciden rica ettim içeri girmesini bekleyecektik. Kışlanın kapısının önünde durdu, el salladı. Sonra hızla koşarak tekrar karşıya geçti. Kırmızı ışıkta duran arabaların arasından zikzaklar çizerek yanıma geldi; ‘Abla, elini öpmeyi unuttum. Sağol. Abla, sahi adın ne senin?’

....................

En sevdiğim yazarlardan değildir ama ‘Adsız Sansız Jude’dan bir cümlesi aklıma kazınmış Thomas Hardy’nin. Ailesinin yaşadığı tüm zorlukların nedeninin kalabalık olmaları olduğunu düşünen küçük Jude, annesi ve babasının ‘keşke doğmasalardı’ lafını duyduktan sonra artık dayanamaz. Önce kardeşlerini boğar, sonra da kendini asar. Ardında da bir not bırakır. Mardinli öğrencim gibi pek hâkim değildir İngilizce’ye; ‘Done because we are too menny’ yazar intihar notunda. ‘Many’ yerine ‘menny’. ‘Çok’ yerine, görünce akla ‘insanız da ondanı’ getiren, hiçbir sözlükte olmayan bir kelime...

Trapez




trapez
isim Fransızca trapèze


1 . Alt uçlarına bir çubuk bağlanmış bulunan iki düşey ipten yapılmış salıncağa benzer bir jimnastik aracı:
"En zararsız oyun da sokak kapısının kol demirinde saatlerce süren trapez idmanlarıydı."- Y. K. Karaosmanoğlu.
2 . Trapezci.



Fon Müziği: Tut Beni Düşmeden - Kesmeşeker