22 Eylül 2008

Dyslexia, disleksi, kilekdis, diseliks...



Babamdan miras bana. Hiç öğrenme güçlüğü çekmedim ama. Okulları birer birer bitirdim. Hatta bazılarını birincilikle filan.
Üstelik hep yazmaya, okumaya çok meraklıydım. İlk romanımı, herkes gibi ilkokul birde, tek ortalı bir Meteksan deftere yazmıştım.
‘Mild’ teşhisi konmuştu o zamanlar. Yani hafifinden. Yani zararsızından. Hayatımı etkilemezdi. Zekiydim zaten, hem de zehir gibi!
Son günlerde devranla aram iyi değil ya, geldi beni yeniden buldu. Kendini hatırlattı. Eskiden çok yorgun olduğumda, mesela 8 saat filan çeviri yaptığımda ortaya çıkardı. Şimdilerde neredeyse her an benimle. Yazdıklarımı kaç kere düzelttim bilmem.
Mesela ‘kirpi’ diyorsunuz siz, ben yazacağım, yazarken ‘pikir’oluyor o. Ya da düşünüyorum, bu ses nasıl dökülür kağıda? Bayağı bir düşünüyorum. Çaktırmadan tabii ama.
Çok zamansız oldu bu. İki hafta sonra dersler başlayacak.
Bir keresinde ‘museum’ yazamamıştım tahtaya. U’lar ve M’ler bulamamıştı yerini. Paniğe mahal yok, anlatmıştım çocuklara. ‘Disleksiğim ben,’ demiştim.
Ertesi gün gelmişlerdi yanıma, ellerinde upuzun bir liste. Ünlü disleksikler; Einstein, Yeats, Whoopie Goldberg...
Gençken normal dışı olan her şey pek ilginç gelir ya insana. Herkes farklıdır gençken, küçükken. Pek asi, pek delişmen... Sonra herkesin mutlaka acayip bir hikâyesi vardır. Ne acayip adamdır / kadındır o! Hele şu var ya şu, lisede bilmem ne hocasına neler neler yapmıştır...
Hoşlarına gitmişti bu durum. Hatta düpedüz bayılmışlardı.
Ben kara kara düşünüyordum oysa odamda; ‘Tanrım, bir ‘meumsum’ yazamadım tahtaya!...’

Hiç yorum yok: