28 Eylül 2008

Çileğe Vardık...



Eylül’den fena halde sıkılmıştım. Öyle oturuyordum bahçede, yavru Mülksüzler’in ilk çarşı izniydi bugün. Bahçenin her milimetresini koklayarak dolanıyor, kadrolu kirpimizi gördüklerinde düşe kalka bana doğru koşuyorlardı. Güneş bir görünüyor, bir kayboluyordu.
Bir sezon sonu günü daha işte. Tek farkla; yarın her yer yine dolup dolup taşacak. Film başa saracak. Sessizliğimiz elimizden alınacak. Bayramcıların eli kulağında.
Ben bayramcılardı, Mülksüzler’di derken ve alenen pineklerken, Remzi ağbi koca adımlarla girdi bahçeden içeri. Selamsız sabahsız. Bizim bahçıvanımız olur kendisi. Aslında her şeyimiz desem yeri. Musluk bozuldu, Remziiiiiii! Pansiyonerler yatağı kırdı, Remziiiiiiiii!
Bıraktım kitabı bir kenara, ‘hayırdır’ diyen gözlerle bakarken yüzüne, başladı konuşmaya:

- Sabah çileğe varmamız lazım. Karım hasta, kızın düğün hazırlığı var, öteki kızın bebeği. Hemi de bayram. Bana işçi lazım.
- Ee kahveye filan baksaydın.
- Yok olmaz. Çok para derler. Sabah 6 gibi gelir alırım sizi. Toplanıverin siz burada gari.
- Biz kimiz Remzi ağbi?
- Al ecnebileri gel. Habire okursunuz bahçelerinizde. Toprağa değsin azcık eliniz. Ne bu be? Somurtun anca!

Beni güzelce bir kalayladıktan sonra, aynı hışımla kuyunun motorunu açtı. Bahçeyi sulamaya başladı. Konuşmamıza kulak misafiri olan annem, ‘Kızım, o bizim her işimize koşuyor’ minvalinde cümleler kurmaya başlamadan çok önce, kararımı vermiştim ben. Kesinlikle iyi bir fikirdi bu. Hem bir işe de yaramış olurduk biz, boşboşoturupkitapokuyansomurtangiller. Haber verdim mahallenin ecnebi nüfusuna. Pek bir hoşlarına gitti.
Sonrası fıkra gibi; iki Türk, iki Alman, bir Hollandalı, bir Fransız diye başlayan bir fıkra. Sabah 5 buçukta bizim bahçede toplanıldı. Herkeste bir heyecan, bir heyecan. Sandviçler hazırlanmış, kahveler termoslara doldurulmuş.Küçük buzlukta bira bile var.
Remzi ağbinin kamyonetinin sesini duyar duymaz ayaklandı herkes. En heveslimiz R’di. Doluştuk kamyonetin kasasına, yılan gibi kıvrılan yollardan bir saat sonra yeni işlenmiş tarlaya vardık.
Remzi ağbi bir asker edasıyla yapacağımız işleri anlattı. Siyah naylonları serecektik, çileğin dikileceği yerleri hazırlayacaktık, ortada izmarit, çerçöp ve bira şisesi bırakmayacaktık. ‘Ee hani biz çilek dikecektik?’ dememizle, adeta kükredi; ‘Her şeyin bir zamanı var gari. Bireğidi ekilmez ki çilek dediğin. Cıvdırmak yok, haydin işe gari!’
Belli ki sinirleri gerilmişti tambura gibi. Susmak ve itaat etmek gerekti. Ne dediyse dinledik, hiç ses etmedik. Herkes ne yapması gerektiğini biliyordu. Başkumdandan, ‘durun’ diyene dek gerdik siyah naylonları, fidelerin ekileceği yerleri hazırladık. Öğlene doğru, neredeyse görev alanımızın üçte birini bitirmiştik. Hiç de yorulmamıştık üstelik.
Öğle yemeği molasında, K’nin hazırladığı sandviçleri yedik. Biralarımızı içtik. Rum radyosunda çalan rembetikoları dinledik. Hatta bir ara dans bile ettik. Biraz daha hasbıhal edelim dedik demesine de mümkün olmadı. Kumandan göz açtırmıyordu.
İşin geri kalan kısmını daha çabuk bitirdik. Biz bu işi öğrenmiştik. Güneş batarken, eşyalarımızı topladık. Tarlaya ‘bunu biz yaptık’ der gibi son bir kez baktık. ‘Haçan da bitti işimiz’ diye ne sevindi Remzi ağbi. O kadar sevindi ki gülümsedi.


1 yorum:

kinik dedi ki...

o sirada neden bosluk var...o fideler tutar mi acaba..bence cilekler meyve verdiginde 'biz bunu yaptik' der gibi bakin tarlaya..sonra da yiyin cilekleri..bana ne oluyorsa..