30 Ekim 2008

Sıradan Şeylerin Sabrı


Fincanın çayı içinde saklayışı,
Bu da bir aşk aslında, öyle değil mi?
Sandalye nasıl da sağlam duruyor, tam bir kare,
Sonra şu yer, nasıl da karşılıyor ayakkabıların tabanlarını
Ya da ayak parmaklarını.
Nasıl da biliyor ayakların tabanları,
Olmaları gerektikleri yeri.
Sıradan şeylerin sabrı üzerine düşünüyorum uzuncadır,
Giysilerin gardroplarda nasıl da saygıyla beklediğini,
Sabunun tabakların üzerinde nasıl kuruduğunu,
Havluların ıslaklığı nasıl içtiğini,
Sırttaki deriden.
Peki ya şu merdivenlerin kendini sevimli sevimli tekrarına ne demeli,
Bir pencereden daha cömert ne var ki?

Pat Schneider

Türkçesi:


Fotoğraf:

Cheryl Dunn ve Michael Karbelnikoff'un New York, Greenwich Village'daki evi

The Patience of Ordinary Things

It is a kind of love, is it not?
How the cup holds the tea,
How the chair stands sturdy and foursquare,
How the floor receives the bottoms of shoes
Or toes. How soles of feet know
Where they’re supposed to be.
I’ve been thinking about the patience
Of ordinary things, how clothes
Wait respectfully in closets
And soap dries quietly in the dish,
And towels drink the wet
From the skin of the back.
And the lovely repetition of stairs.
And what is more generous than a window?

Pat Schneider

29 Ekim 2008

Bu Aşk Burada Biter!


Dile kolay 18 sene. Ben çöpsüz üzümün sapı ve hatta bizzat kendisiyken, vadeli mevduat hesaplarına gülüp telefon numaralarını ezbere bilirken, 'papa was a rolling stone' iken, hani işte karınlarımız dümdüz aşağıya inerken karşılaşmıştık.
İlk görüşte aşk değildi bizimkisi. Uzun süre uzaktan kesmiştik
birbirimizi.
Bodrum'daydık, hava sıcaktı, Pina Colada içiyorduk, lokma filan
yiyorduk geceleri. Öyle bir gezdiriyorduk ki kendimizi…
Tek bir manyel. Bu iş tamam. Ayrılmadık. Ayrılamadık. Denedik olmadı.
O beni, ben onu hep aradı.
Ama bugün, şimdi tam da bu anda, bu aşk burada biter!
Sen sağ, ben selamet. Ya da ben selamet, sen sağ. Artık ne fark eder!...

Fareli Evin Blogcusu



Fotoğraf: Elle Moss
Fon Müziği: Lenka

28 Ekim 2008

Prospektüs



Üretici Firma: GlaxoSmithKline

Etken Madde(ler):
Salbutamol 100 mcg/doz



Kullanım Şekli:

Günlük kullanım dozu 1-2 inhalasyondur (maksimum 8 inhalasyon).

Endikasyonları:
Salbutamol selektif bir Beta2 adrenerjik reseptör agonistidir. Etkisi çabuk başladığından özellikle hafif astım tedavi ve profilaksisi ve orta şiddetli astım alevlenmelerinin tedavisi için uygundur. Astım, kronik bronşit ve amfizemden ötürü oluşan reversibl havayolu tıkanmasında çabuk başlayan etkisiyle (etki 5 dakika içinde başlar) kısa süreli (4 saat) bronkodilatasyon sağlar. Salbutamol, semptomlar oluştuğunda rahatlamak için hasta tarafından bilinen, astım krizinin ortaya çıkmasına neden olabilecek koşullarda (örn. egzersiz, kaçınılması mümkün olmayan allerjene maruz kalınması durumunda) semptomları önleyici olarak kullanılır. Özellikle hafif, orta ve şiddetli astımda hemen rahatlatıcı ilaç olarak kullanılır. Ancak, salbutamole güvenilerek düzenli kortikosteroid tedavisine başlanılması ve tedaviye devam edilmesi geciktirilmemelidir.

Kontrendikasyonları:
Geçmişinde aşırı duyarlılığı bilinen hastalarda kontrendikedir. İntravenöz salbutamol ve bazan salbutamol tabletleri erken doğum sancılarının önlenmesinde plasenta previa, ante-partum hemoraji veya gebelik toksemisi gibi komplikasyonlar dışında kullanılmasına rağmen, inhale salbutamol müstahzarları gebelikteki düşük tehditlerinde kullanılmamalıdır.

Uyarılar:
Astım tedavisinde normal olarak basamaklı bir tedavi uygulanmalı ve hastanın cevabı klinik olarak ve akciğer fonksiyon testleri ile yakından takip edilmelidir. Astım semptomlarını kontrol için kısa-etkili inhale Beta-2 agonistlerinin kullanımının artışı astım kontrolünün yetersizliğini gösterir. Bu durumda hastanın tedavi planı yeniden gözden geçirilmelidir. Astım kontrolündeki ani ve ilerleyici kötüleşme potansiyel olarak yaşamı tehdit edicidir ve kortikosteroid tedavisine başlanması veya dozun artırılması düşünülmelidir. Risk altında olduğu düşünülen hastalarda günlük “peak flow” kontrolüne başlanabilir. İnhale salbutamolün daha önce kullanılan etkili dozları ile en az 3 saat rahatlama sağlanmadığı takdirde gerekli önlemler alınmalıdır. Salbutamol tirotoksikozlu hastalarda dikkatli kullanılmalıdır. Daha ziyade parenteral ve nebülize uygulama ile Beta-2 agonist tedavisi potansiyel olarak ciddi hipokalemiye neden olabilir. Akut şiddetli astımda bu etki ksantin türevleri, steroidler, diüretiklerin birlikte kullanımı ve hipoksi nedeniyle şiddetlenebileceğinden özel dikkat gösterilmelidir. Bu durumlarda potasyum serum düzeylerinin kontrolü önerilir. Gebelikte, sağlanması beklenen yarar fetüse olası etki riskinden büyük ise düşünülmelidir. Salbutamol insanlarda herhangi bir kötü sonuca yol açmaksızın geniş ölçüde kullanılmıştır. Buna, erken doğumların önlenmesinde iyi bilinen kullanımı da dahildir. Bununla beraber, insan gebeliğinin erken safhalarındaki güvenilirliği ile ilgili yayınlanmış kanıtlar çok azdır. Fakat hayvan çalışmalarında çok yüksek doz seviyelerinde fetüse bazı zararlı etkileri olduğuna dair kanıtlar vardır. Muhtemelen anne sütüne geçtiğinden beklenen yararları herhangi bir potansiyel riskini dengelemedikçe emziren annelerde kullanımı önerilmez. Anne sütündeki salbutamolün yenidoğana zararlı bir etkisi olup olmadığı bilinmemektedir.

Yan Etkileri:

İskelet kaslarında hafif bir titremeye neden olabilir, genellikle titreme en çok ellerde belirgindir. Bu etki dozla ilgilidir. Nadiren baş ağrıları bildirilmiştir. Bazı hastalarda periferal vazodilatasyon ve kalp hızında dengeleyici küçük bir artış görülebilir. Anjiyoödem, ürtiker, bronkospazm, hipotansiyon ve kollaps gibi aşırı duyarlılık reaksiyonları çok nadir olarak rapor edilmiştir. Çok nadir olarak kas krampları bildirilmiştir. İnhalasyon tedavisinde, inhalasyonu takiben hemen hırıltıda (wheezing) artış ile paradoksal bronkospazm görülebilir. Bu durum alternatif bir uygulama veya farklı bir çabuk etkili bronkodilatör ile tedavi edilmelidir. Salbutamol inhalasyonu hemen kesilmeli, gerekirse alternatif tedaviye başlanmalıdır. Beta-2 agonist tedavisi potansiyel olarak ciddi hipokalemiye neden olabilir. Nadiren çocuklarda hiperaktivite bildirilmiştir. İnhale salbutamol ile ağız ve boğazda irritasyon oluşabilir.

İlaç Etkileşimleri:
Ampul, inhaler ve diskler: MAO inhibitörleri ile tedavi edilen hastalarda kontrendike değildir. Propranolol gibi selektif olmayan beta bloker ilaçlarla birlikte kullanılmamalıdır. Nebulizer ve şuruplar: MAO inhibitörleri ve trisiklik antidepresanlarla tedavi edilen hastalara verilirken salbutamolün dolaşım sistemi üzerine etkileri artabileceğinden aşırı dikkat gösterilmelidir. Tabletler: Diğer oral sempatomimetik ajanlarla kombine edilmemelidir. Böyle kombinasyonlarda ciddi kardiyovasküler etkiler ortaya çıkabilir. Ancak bu tavsiye, salbutamolün aerosol tipinde adrenerjik uyarıcılarla birlikte temkinli kullanımını engellemez. Bununla birlikte böyle bir birlikte kullanım rutin olarak uygulanmaz. Salbutamolün kardiyovasküler sistem üzerindeki etkisini artırabileceğinden MAO inhibitörleri ve trisiklik antidepresanlarlarla tedavi edilen hastalara salbutamol dikkatli verilmelidir. Tablet formları da propranolol gibi nonselektif beta bloker ilaçlarla birlikte kullanılmamalıdır.

25 Ekim 2008

Bana Erişiminiz Mahkeme Kararıyla Engellenmiştir

Burma'ya ya da Mynmar'a taşınmaya karar vermiş bulunuyorum. Araştırdım iş bulabilirim, kiralar da düşük. Hem orda faşizmin adı da faşizm. Dikta rejmine de dikta rejimi diyorlar, demokrasi filan değil.
Bir mahkeme kararı daha bekliyorum, beni de kapatsınlar. Sürsünler hatta bu ülkeden, nereye isterlerse oraya yollasınlar. Hiç umurumda olacağını sanmam.
Gözümün önünden gitmeyen bir fotoğraf var benim, kaldırımda boylu boyunca yatan bir adam... İçimi acıtan çok şey var. Öfkeye çalan. Zaten uzuncadır burada yaşıyor olmaktan utanıyordum, kapatsınlar mahkeme kararıyla beni, sonra da sürsünler. İşime bile gelir.
Sınıfımdaki öğrencilerden biri Kürt, ana dili Kürtçe. 'İlk kez yabancı dil öğreniyorum' dediğinde, 'olur mu Türkçe öğrendin ya' dedim geçenlerde. Dondu kaldı. 'Hocam, siz hakikaten Kürtçe'yi dilden sayıyor musunuz?' dedi ağzı bir karış açık. Boğazım düğümlendi. Düğüm düğüm oldum. 'Elbette,' dedim, 'üstelik fonetiğini de severim'.
Bazı öğretim elemanları, 'Aman da türbanını çıkar başından, onun yerine şapka tak' diyor kız öğrencilere. 'Beni kandır, hadi kandır' diyorlar yani mütemadiyen. Biri de çıkıp 'kadınlar neden başını kapatmalı ki, bunu kendine neden yaptırıyorsun ki' demiyor. Herkes binmiş bir kandırdur arabasına, son gaz kendi cehennemine gidiyor.
Kimse gündelik hayatına, kendine dönüp şöyle bir bakmıyor. Kişisel olan her şeyin siyasî de olduğunu anlamıyor. Hani var ya müdürün şirketteki, o mesela seni sömürüyor. Mesai ücretlerini vermiyor. Evdeki sevgilin var ya, en temel haklarına tecavüz ediyor. Var ya o öğretmenin sınıftaki, senin özgür düşünmeni engelliyor...
Ortaokuldaydım, din kültürü ve ahlak bilgisi dersinde, meğerse o dönem yasaklı bir kitabı koymuşum kaynakçama. Evde bulmuştum. Onüç yaşındaydım. Rakamla 13. Öğretmen çağırmıştı beni yanına; 'Bu kitabın ne olduğunun farkında mısın?' demişti. 'Ee, kitap işte' diye kekelemiştim. 'Bu seferlik seni affediyorum ama bir daha böyle bir kitap görürsem elinde, kaynakçanda seni disiplin kuruluna sevk ederim.' demişti. Gözleri kocaman olmuş yüzüme bakarak. Oradan da mahkemeye giderdim herhalde. Örgüt kurmak suçundan 3 - 4 yıl yer, çıkınca psikiyatrik tedavi görür, ödevini yapan iyi öğrenci yerine kötü vatandaş olarak fişlenirdim. Bunlar şimdi düşündüklerim.
Korkmamıştım tabii. Hem de hiç. O yaştaki aklımla gülmüştüm bile bir kitabı yasaklamalarına. Evdekilere bir şey dememiştim. İkinci dönemki ödevim yerine de aynı ödevi tekrar temize çekip vermiştim. Bu kararı da bizzat kendim vermiştim.
Blogger'a bilmem ne sitesi üzerinden ulaşılabiliyor diyorlar ya, ulaşmayacağım. Son kez yazıyorum buraya. Mahkeme kararıyla bana erişiminiz engellenmiştir...


Meraklısına Not:


faşizm
isim Fransızca fascisme

1 . İtalya'da 1922-1943 yılları arasında etkinliğini sürdüren, meslek kuruluşlarına dayanan, devlet sınırlarını genişletmeyi amaçlayan, yetkinin, tek partinin elinde toplandığı düzen.
2 . Demokratik düzenin yerine aşırı bir ulusçuluk ve baskı düzeni kurmayı amaçlayan öğreti.


Kaynak: TDK

23 Ekim 2008

Diskur / Destur / Pause


Söylediğimiz her söz nasıl da ele veriyor bizi. O kelimeyi seçen, o özneyi bu yükleme değil de şuna yakıştıran biri nasıl da deşifre ediyor kendini.
Bir ‘pause’ düğmem var benim, otomatik olarak devreye giriyor. Kendiliğinden. Çok da iyi yapıyor. Gayet memnunum kendisinden...
İyi tanıdığım, az tanıdığım ya da yeni tanımaya başladığım insanlarla konuşurken, onları dinlerken, yazdıklarını okurken bir an geliyor maddi manevî ‘pause’a geçiyorum.
O anın da linguistik bir karşılığı oluyor işte hep. Bir kelime, bir cümle...
Bir tek kelime bazen nelere kadir olabiliyor. Nasıl da çıktığı ağızı kirletip rezil edebiliyor.
Vezir ettiği de oluyor elbette ama nadiren. Zaten ‘pause’dan çok ‘record’a geçiyor o nadir anlarda bünyeler. Kulak kesiliyor , göz kesiliyor, kalp kesiliyor insan. Sadece o cümleyi kurabildiği için birini çok ama çok sevebiliyor. Lakin dedim ya nadiren.
Geçen hafta yıllardır tanıdığım birinin bir çift lafı değdi kulağıma. Silindi tüm geçmiş bir anda. Önce ‘pause’a geçtim, havada kaldı sözleri. Sonra aldı aklım onları, söyleyeni ile birlikte çöp kutusuna attı. Kendisinin haberi yok, sözlerin bunda aslında hiç ama hiç suçu yok. Sözlüklerde öylece duruyor onlar. Bigünahlar. Günahları cümle içinde kullananın boynuna, onların mülazat hanesinde kayıtlı.
Sözlerin dedim ya, inanın hiçbir şeyden hiç ama hiç haberi yok...

17 Ekim 2008

Mola


Önceki Gün

O tuzluk orada değil de burada dursa, aa bak şimdi de kül tablasını yerinden etti. Orada dursun işte. Orada dursun bana ne! Hem ne bu ya, sürekli konuşmak mı lazım? Aynı evde sessiz kalınmaz mı, kalınamaz mı hiç?
Kafa seslerim...Bir kaç gündür ...
Evde olduğum her dakika işkence çekiyorum. Karşımdakine çaktırmamak için katlanıyor içimde yaşadığım rahatsızlık, günün stresine ekleniyor sonra yüzümde salak bir gülümseme, ‘aman sen üzülme’, ortada dolanıyorum. Sıkça da kendimi ya dışarı atıyorum ya da çeviriyi bitirmem lazım diye çalışma odasına kapanıyorum.
Olmuyor ama hakikaten olamıyor. İnsan yalnız yaşamaya alışınca, eve gelen annesi bile olsa bayağı bir zorlanıyor.
Aslında bizim durumumuz farklı, ben geldim yerleştim annemin evine. O gayet mutluydu tek başına. Zaten altı ay burada, altı ay pansiyonda ya. Gıkı çıkmadı kadının, yıllardır biriktirdiklerimi küçükken yaşadığım odaya sığdırdı. Tek şartı vardı, ‘o köpek burada olmaz’. Hakikaten de olmazdı, ev iki kişi ve bir köpek için fazla küçüktü. Hele de söz konusu köpek bir Irish Setter olunca. Anlaştık. Zor oldu Tarçın’dan ayrılmak ama mecburdum. İşsizdim, kiramı ödeyemiyordum, oraya buraya yazılan iki yazı ve çevirilerden gelen para ile geçinemiyordum...
Tamam, farkındayım. Ve de evet suçluyum. Tarçın’ı terk ettim.
İki gündür kafamı kurcalayan şey, anneme yani 34 senedir ve hatta öncesinde de 9 ay 10 gün organik olarak bağlı olduğum anneme tahammülde zorlanırken, neden aynı tahammülsüzlüğü sevgililerime hiç göstermedim. Yani en azından ilk bir yıl filan. Sanırım ne kadar beraber yaşasanız da, yaşanılan ev beraber tutulan, satın alınan ve döşenen bir ev değilse, hâkimiyet elden gitmiyor. Ev senin evin olarak kalıyor. Ya da işte cevabı sadece aşk. Herkesi eşit derecede salaklaştıran aşk devreye giriyor, durum bir anda değişiyor.
Tarçın yüzünden çektiğim vicdan azabı ölene dek peşimi bırakmayacak biliyorum ama anneme karşı duyduğum suçluluğu, bazı gerçekleri ayan beyan yazarak hafifletebilirim. Bir tanedir benim annem; içinde yaşadığı toplumun fersah fersah ilerisinde, 'elalem ne der'lerden çok ötede bir yerde, benimle büyüyen, değişen, bana kadın olmanın ne de harika bir şey olduğunu öğreten bir annedir o. Bir kere bile ona yalan söylemek zorunda kalmadığım çocukluk ve ilk gençlik yıllarım için kendisine minnettarım.
Sabretmek lazım sanırım. Alışana kadar sükûnetimi korumam ve de bir an önce alışmam...

Dün

Listeler yapıldı, alışverişlere çıkıldı. Ömrü hayatımda bir daha giymeyeceğim gecelikler alındı. Bir tanesinin üzerinde kedi yavruları var. Annem belli ki ‘sevimli’ olalım istiyor, hem ben hem üzerimdekiler. Oysa bilmiyor, kendime yakıştıracağım son sıfat sevimli, gecelik ise kedili. Neyse dedim, teşekkür ettim. ‘Gecelik giymem ki hiç’ bile demedim. Ne de olsa zarurî şimdi gecelik.
Öyle uzun uzun yataklarda yatamam ben. Uykuyla aram zaten oldum olası limonî. Kitaplar aldım ben de. Çizgi romanlar çokça. Bir de Oscar Wilde’dan alıntılar. Şöyle serin laflar okumak iyi gelebilir dedim.
Sigarayı bırakmam gerekti, beceremedim. Bakalım bana madik atacak mı? Nefesime mâni olacak mı?
Tarif edemeyeceğim bir hızda geçiyor günler, günlerin içinden geçiyorum ben. Zaman kavramım ciddi anlamda evrildi. Gelecek zamanı reddediyor bünyem. Şimdiki zaman dışında bir zamanı tahayyül edemiyorum bile. Öncesi ve sonrası yok halet – i ruhiyemin. ‘Dead Poets Society’ hissiyatı içinde değilim, sadece düşünmemeyi seçtim.
Hatırlamıyorum da.
Mesela yerdeki pirinç tanesi. Tek bir pirinç tanesi. Günü, saati belli. Hiç bakmadan çektim aldım elektrik süpürgesi ile. Tek nefeste çekti aldı süpürge, pirinç tanesini çerin çöpün içine.
Başka bir zaman olsa, öncesinde mesela, alırdım elime o pirinç tanesini, evirir çevirir bakardım. Yüzümde eğri bir gülümseme, hatırlardım. Hatırlamak istemeyince hatırlamaman ne acayip, ne şahane!!! Aslında nasıl da benci, nasıl da bencilce…
Her şey yokmuş gibi yapabilirsin, hiçbir şey hiç olmamış gibi.
Kısa sürecek diyorlar. Bence de kısa sürecek. Hem sonrası güzel, sonrası rahat. Sonrası herkes gibi.
Italiensk for Begyndere’yi seyrettim bir kez daha. Beklemiyorum sanıyordum ama bekliyormuşum. Az kaldı. Benden de, günlerden de.
‘Yok’u var etmeye çalışmaktansa, ‘var’ı yok etmek daha kolaymış. Ne biçim bir işse…
Her şey bitsin, bineyim o uçağa. James Joyce’un evine gideyim. Nehir kenarında bir kahve / konyak içeyim. Adımlarımın hiç değmediği sokaklarda gezeyim. Tanımadığım insanların hikâyelerine kulak misafiri olup bilmediğim dillerde yazılmış tabelaları takip ederek bilmediğim yerlere gideyim...


Bugün

Zorunlu bir ara. Yazacaklarım yazmak istediklerim olmadığından. Yazarsam kendimden sıkılacağımdan. Kayıtlara geçmesin ve unutulsunlar diye, söz uçsun, yazı kalmasın diye mola…

16 Ekim 2008

Banyo




isim (ba'nyo) İtalyanca bagno

1 . Yapılarda, içinde yıkanılan bölüm.
2 . Banyo küvetinde yıkanma işi.
3 . Tedavi amacı ile hazırlanan ilaçlı su:
"Doktorlar hap, banyo ve perhiz tavsiye etmiş."- B. Felek.
4 . Vücudun bir bölümünü veya bütününü, fiziksel veya kimyasal bir etki altında bir süre bulundurma işlemi:
"Güneş banyosu. Kükürt banyosu. Çamur banyosu."- .
5 . Fotoğrafçılıkta ve filmcilikte duyarlı yüzeylerin işlenmesinde belirli bir işlemin gerektirdiği maddeyi erimiş olarak içinde bulunduran sıvı:
"Fotoğraf banyosu."- .
6 . Film ve fotoğraf kâğıdını bu sıvıya batırma.

15 Ekim 2008

İncelikler ...



The little unremembered acts of kindness; hatırlanmayan küçük incelikler. İncelik mi, zarif hareketler mi, genelinde zerafet mi adı emin olamadım. Ama onu seviyorum.
En sevdiğim roman karakteri kim diye sorarsanız, hiç düşünmeden Holly Golightly derim. Film mi? ‘Breakfast at Tiffany’s’i tek geçerim.

Adı neyse onun, hadi incelik diyelim, yakışır, işte o en sevdiğim…

The little unremembered acts of kindness and love are the best parts of a person's life.
William Wordsworth.


14 Ekim 2008

Kayıt Cihazı




Kütüphanede:

- Hocam, size kitap veremeyiz.
- Neden? Geçen ay almıştım.
- 1994 Mayıs’ında aldığınız bir kitabı hâlâ getirmemişsiniz.
- Şaka mı bu?
- İsterseniz müdürümüzle görüşün. Gerçi izinli ama yardımcısı burada.
- Merhaba! 1994’te aldığım kitabı* iade etmiştim ben. Cezasını da ödemiştim.
- Makbuzu görebilir miyim? (Kafasını kaldırmadan)
- Ee mümkün değil. Uzun zaman oldu malum.
- Aa, saçlarına ne oldu? (Kafasını kaldırıp)
- Ne olmuş?
- Ee upuzundu senin saçların. Beline kadar, kıvır kıvır.
- Haa kestirdim. Uzun zamandır böyle ama zaten.
- Uzat uzat. Çok güzeldi.
- Sağolun da kitap?
- Tamam alabilirsin kitabını. Sen hakikaten hoca mı oldun şimdi burada?!?

*Journal, Katherine Mansfield

Okulun Bahçesinde:

- Ee, Ş, bu köpek maması ama bu kedi.
- Olsun hocam, bu kedi kör.

Kantinde:

- Good Morning!
- Good Morning! I am late to Philosophy! Will go back soon and vote for Obama!
- All right, then.

Koridorda:

- Hocam siz evli misiniz? Yani are you married?
- Hayır.
- Aaa, neden? Why? Aaaaa, evlenin... Pardon, hocam ya. Ben ne diyorum böyle?

Koordinatörün Odasında:

- Zizania, seni rep yapalim diyebilir miyim, akademik kurula sen
gireceksin desem.
- Yok diyemezsin ve deme.

Sınıfta:

- Hocaammmm, biraz İspanyolca konuşsanıza. Müzik gibi gelir, uykumuz açılır.

Manavda:

- Bu biberler acı mı?
- Yani abla, şimdi ne desem ki?... Acıdan ne anladığına bağlı…

Bakkalda:

- Hamdi ağbi, n’aber?
- İyidir. Kapitalizm nasıl çöktü ama...

Evde:

- Sen depresyonda mısın?
- Yoook, evdeyim.

13 Ekim 2008

Yapılacak İşler



Boy: 1.60
Kilo: 48
Yaş: 34
Kan Grubu: B Rh –
Ateş: 38.4

Yapılacak İşler:

Kan testi
Doktorun söylediği ilaçların alınması
Kompozisyon kağıtlarının okunması
Röportaj sorularının hazırlanması
Evin temizlenmesi
Gardıroptan mevsime uygun giysi seçilmesi
Pasaport fotoğrafı çektirmek
Saç kestirmek
Anne geldiğinde aç kalmasın diye yemek pişirmek; bir çorba, bir de zeytinyağlı mesela
Alışveriş (Meyve, süt, sıkmalık portakal, toz zencefil, bir kaktüs, bir yuka, bir benjamin, salona taze çiçekler...)
Digiturk servisin aranması
Deri ceketin kuru temizlemeden alınması

Süre: Bir gün yani 24 saat

Ekip / Ekipman :
Zizania'nın bizzat kendisi yani sadece bir homo sapiens sapiens, üstelik petite’inden.

Durum: Umutsuz

Fon Müziği: What Have I Done To Deserve This? - Pet Shop Boys featuring Dusty

12 Ekim 2008

Şeftali Konservesi


Bir kere olmuştu. Pekâlâ yine olabilir. Kar yağıyordu, gölün üstü, 'Gümüş Patenler’deki gibi donmuştu. Tek başıma kaldığım bungalovu andıran evden çıkıp öndeki eve gitmiştim. Beraber yemek yiyecektik. Kapıdan içeri girer girmez, ‘Ya inanmayacaksınız ama canım ne istiyor, biliyor musunuz’ dediğimde hepsi bir ağızdan, ‘sıcak çikolataaaa’ diye bağırmıştı. Ne de olsa bu kartpostala en çok o uyardı. Ha belki bir de sıcak şarap.
Lakin benim canım fena halde şeftali istiyordu. Kocaman sulu bir şeftali. Isıra ısıra yiyeceğim, suyu ellerimden akacak bir şeftali.
İstanbul’a yakın ama uzak bu taşra ilinde, İstanbul’dan getirdiğimiz tabak çanaklarla harika bir yemek yemiştik. Masayı toplarken ‘ama bu manzarayı, bu karı kim böyle seyrediyor ki bizden başka şimdi, aslında o kadar da fena değil hayatımız’ diye avutuyorduk birbirimizi. Ait değildik buraya ama idare ediyorduk. Haftada üç gün diyorduk. Haftada sadece üç gün.
Tatlı da eksik olamazdı menüde. Biliyordum ama bu kadarını tahmin edemezdim. ‘Sana bir sürprizim var’ dedi evsahibemiz. Ne zamandır atölyesinde gördüğüm seramik kertenkeleden istiyordum. Kar yolları kapadığından, öğrenciler yoktu ortalıkta bu hafta. Belki zaman bulup bana da bir kertenkele yapmıştır diye geçti aklımdan. Sordum; ‘Yok,’ dedi; 'O kadar tahmin edilebilir bir sürpriz değil'. Yerinden kalktı, mutfağa gitti. Geri geldiğinde elinde bir kavanoz şeftali vardı. Akşam yemeği için alışverişe çıktığında, Migros’ta görmüş, renklerini beğenmiş, bu şeftali konservesini almış gelmiş. Gözlerime inanamamıştım. Sevinçten havalara sıçramıştım.
Eksi sekiz dereceydi dışarıda hava, lapa lapa kar yağıyordu. İstanbul’a dönemeyecektik bir kaç gün daha. Yollar kapalıydı ama elimdeki tabakta turuncu - kırmızı koca bir şeftali vardı.
Hastayım. Hiç hasta olmamam gereken bir zamanda hem de. Şurada kalmış 8 x 24 büyük güne. Boğazım, başım ve kulağım ağrıyor. Dün gece saat dörtte yağmaya başlayan yağmur büyük oranda sorumlu halimden. Ama aslında suç benim. Kabul ediyorum. Ne gerek vardı ki o yağmurda ıslanmaya? Başka bir yağmuru da bekleyebilirdim.
Yatsam sıkılıyorum, kalksam ayakta zor duruyorum. Bu satırları yarı yatar pozisyonda yazıyorum. Kapı çalsa diye geçiyor aklımdan, biri bana Won Ton çorbası getirse, yanında acı sos olsa bir de. Evet, mercimek çorbası ya da tavuklu şehriye çorbası filan değil. Won Ton istiyor canım. Kar yağarken şeftali istediği gibi...
Ateşimi ölçtüm, 38. Hiç fena değil, di mi? Ağır bir soğukalgınlığı geçirdiğim söylenebilir.

9 Ekim 2008

Adsız Sansız...


Mühim bir toplantıydı aslında. Konsantre olmam, söylenen her şeyi not almam gerekti. Lakin mümkün olamadı. Ben az önce sınıfta öğrencilerimden birinin söylediği bir şeyi düşünüyordum.
Teni benim kadar koyu Mardinli öğrencim, ‘en büyük hayaliniz nedir’ gibi klişe bir soruya, daha önce hiç duymadığım bir cevap vermişti. Yeni öğrenmeye başladığı bir dilde hiç tereddüt etmeden: ‘I Wants Be Human!’ demişti, gözleri gözlerimin taa içinde.
Şahane bir cümle değildi. Hatta yanlıştı ama düzeltmedim. İçimden düzeltmek gelmedi.
Toplantıya da bu cümle ile girdim. Aklımda, içimde, susan dilimde bu cümle. Gözümün önünde, insan olmak isteyen 18 yaşında bir çocuk.
Toplanma amacımız, Pazar günü büyük bir firmanın çalışanlarına verilecek olan mülakattı. Neler yapacağımız, nasıl değerlendireceğimiz konuşuluyordu. İşinin uzmanı hanımlar ve beyler olarak bir araya gelmiş, değerlendirmemiz adil ve tutarlı olsun diye tartışıyorduk. Daha doğrusu tartışıyorlardı. Ben dinliyormuş gibi yapıyor, önümdeki deftere çöp adamlar çiziyor ve insan olmak isteyen çocuğu düşünüyordum. Bir anda irkildim:
‘Let’s not get into anything sentimental’ dedi toplantıyı düzenleyen uzmanların uzmanı. Sonra da devam etti; ‘İşin içine hiç duygu bulaştırmayalım. Hep kendilerini acındırırlar ve bu sınavı geçmenin hayatlarını değiştireceğini söyler dururlar. Her ‘skill’inizi kullanın. Bu oyuna gelmezsiniz zaten ama hatırlatayım dedim. Bizim işimiz bu...’
Etrafıma bir baktım. Yakın arkadaşlarımın hepsi çöp adamlar çiziyordu. İçim rahat etti. Aklım Mardin’e, öğrencime, insana geri gitti...

....................

İki hafta filan önce, caddenin kenarında durmuş, sağ elimi havaya kaldırıp tam taksinin tekini durduracaktım ki onu gördüm. Çok güzeldi. Onbeş yaşında ya vardı ya yoktu. Sarı kirpikleri, kocaman mavi gözlerini gördüklerinden korumaya çalışmak için amma da uzamıştı. Bembeyazdı yüzü. Süt beyaz. Elinde bir kağıt parçası, evirip çevirip ona bakıyordu. Arada dudakları büzülüyor, bir şey söylemek istiyor da söyleyemiyor gibi sıkıntı içinde kaldırımda öylece duruyordu. Şehrin en işlek caddelerinden birindeydik. Belli ki hiç alışık olmadığı bir kalabalığın ortasındaydı. Göz göze geldik. Utandı. Gözlerini kaçırdı hemen. Neden utandığını anlamıştım. Kendinden utanıyordu. Koca şehrin görkemli insanları vardı her yerde, kocaman binalar, hızlı adımlarla yürüyen kadınlar, adamlar, susmayan kornalar... Ben de şehirliydim işte neticede. O ise küçük bir yerden gelen küçücük bir çocuk / insan.
Yanına gittim. Deterjan kokuyordu üstü başı. Belli ki annesi özenle giydirip yollamıştı buralara. ‘Bir yeri mi arıyorsun? Yardım edeyim mi?’ dedim. Sesi titreyerek, ‘Abla, ben kayboldum’ dedi. İçimden sarılmak geldi ona o an. Şöyle sımsıkı sarılmak, saçlarını okşamak. ‘Korkma, ben buradayım’ demek.
İyi de ben kimdim ki?
Bir çırpıda anlattı sonra. Ağabeyi askerdeymiş, onu görmeye gelmiş. Annesinin yolladıklarını verecekmiş. Okul başlamadan elini öpecekmiş. Kars’ın bir köyündenmiş. ‘Ben seni götürürüm ağabeyine’ deyince önce gözleri parladı. Sonra ‘Yok yok, ben bulurum. Sen bana anlat’ dedi. Aynı yöne gittiğimi, taksiye bineceğimi söyledim. Israr ettim. Onu orada yalnız bırakamazdım. Onu yalnız bırakmak istemedim. Korkuyordu. Benden... ‘Taksiciye de sorarız eğer aklına yatmazsa sen inersin taksiden’ dedim. Kabul etti. Bir taksi durdurdum, ‘Abla, ben öne oturayım mı?’ dedi. Güldüm. Utandı yine, ben gülünce. ‘Yok,’ dedim, ‘Utanma. Oğlan çocukları meraklı oluyor ya hep arabalara. Ondan güldüm’.
Kışlanın önüne gelince arabadan indi. Taksiciden rica ettim içeri girmesini bekleyecektik. Kışlanın kapısının önünde durdu, el salladı. Sonra hızla koşarak tekrar karşıya geçti. Kırmızı ışıkta duran arabaların arasından zikzaklar çizerek yanıma geldi; ‘Abla, elini öpmeyi unuttum. Sağol. Abla, sahi adın ne senin?’

....................

En sevdiğim yazarlardan değildir ama ‘Adsız Sansız Jude’dan bir cümlesi aklıma kazınmış Thomas Hardy’nin. Ailesinin yaşadığı tüm zorlukların nedeninin kalabalık olmaları olduğunu düşünen küçük Jude, annesi ve babasının ‘keşke doğmasalardı’ lafını duyduktan sonra artık dayanamaz. Önce kardeşlerini boğar, sonra da kendini asar. Ardında da bir not bırakır. Mardinli öğrencim gibi pek hâkim değildir İngilizce’ye; ‘Done because we are too menny’ yazar intihar notunda. ‘Many’ yerine ‘menny’. ‘Çok’ yerine, görünce akla ‘insanız da ondanı’ getiren, hiçbir sözlükte olmayan bir kelime...

Trapez




trapez
isim Fransızca trapèze


1 . Alt uçlarına bir çubuk bağlanmış bulunan iki düşey ipten yapılmış salıncağa benzer bir jimnastik aracı:
"En zararsız oyun da sokak kapısının kol demirinde saatlerce süren trapez idmanlarıydı."- Y. K. Karaosmanoğlu.
2 . Trapezci.



Fon Müziği: Tut Beni Düşmeden - Kesmeşeker

8 Ekim 2008

Bisiklet Yaka



1964 Schwinn Collegiate



bisiklet yaka
isim


Kazak ve süveterlerde bulunan yuvarlak yaka.



Fon Müziği: A Weather

7 Ekim 2008

Alfabe



alfabe
isim, dil bilgisi (l ince okunur) Fransızca alphabet


1 . Bir dilin seslerini gösteren, belirli bir sıraya göre dizilmiş belli sayıda harfin bütünü, abece:
"Alfabe dönüşümü halkın okumayı kolay sökmesi içindi."- N. Cumalı.
2 . Bir dilin harflerini tanıtarak okuma öğrenmeyi sağlayan kitap.
3 . mecaz Bir işin başlangıcı:
"Tiyatro alfabesinin ilk harfinin disiplin olduğunu ilk öğreten odur."- H. Taner.

5 Ekim 2008

Merhem



vazelin
isim, kimya Fransızca vaseline

Ham petrolden çıkarılan, merhem ve kremlerde kullanılan ve 31 °C'de eriyen bir tür mineral yağ.

4 Ekim 2008

Yok Yok...



Yok, demeyeceğim; neden bizim müzisyenlerimizin adam gibi bir politik tavrı olmuyor , olsa da kendine saklıyor demeyeceğim.
Yok yok, neden neredeyse bu topraklarda menapoza girecek olan ve hâlâ Türkçe konuşamayan, büyükelçi kızı ve güzel olmak dışında pek de bir numarası olmayan Pelin Batu konuşuyor bu konserden önce TV’de de demeyeceğim.
Bunu yazdığım için beni kıskanç olmakla suçlayanlara da cevap vermeyeceğim, fotoğraf filan da göndermeyeceğim.
Bu ülkenin müzisyenlerinden biri neden çıkıp mesela ‘...Bu senenin sonunda hükümetimiz değişeceği için çok mutluyuz’ diyemiyor?
Neden buralarda herkes birbirine benzemek için ya da ‘farklı’ olmak için bu kadar uğraşıyor. Neden sadece kendi olamıyor?
Yok yok, bunların hiçbirini demeyeceğim.
Lakin tüm muhalefete rağmen şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim; Michael Stipe güzel adam. Güzel de yaşlanıyor kanımca. Elleri de, elleriyle yaptıkları da çok güzel ayrıca...


Fotoğraf: Per Ole Hagen

Bir Nikâh, Hiç Aile ve Vesaire



Düğünleri sevmem. Kendiminkini de hiç sevmemiştim. Gece boyunca, bir an önce bitse de gitsem ben buralardan diye düşünmüştüm. Hayatımın en mutlu günü filan değildi. Daha mutlu olduğum olmuştu, ne yalan söyleyeyim.
O güne ait fotoğraflara şöyle bir bakan herkes hissiyatımı yüzümden okuyabilir. Kendimi gizleyememiş, gizlenememiştim.
Bir düğünde çok eğlenmiştim ama. Bir arkadaşımın düğününde. Hem başkaları evleniyordu hem de istediğin kadar içki içip sarhoş olabildiyordun. İnsan kendi düğününde onca öpülecek el ve yanak varken sarhoş olamıyor malum.
Seremonileri ve aileleri bir araya getiren ‘özel günleri’ sevmem aslında genelde. Hepsinden itinayla kaçarım.
Aile kavramından zaten hiç haz etmem. İnanmam. Kendi ailemin gayet de dağılmış olmasındandır belki. Belki ne 'dağılabilir' bir şey olduğunu gördüğümden. Bilmem, bunu ancak kim bilir.
Bu düğüne gitmek istemiştim ama. Hem de çok. Hatta uçak biletimi bile almıştım. Lakin Perşembe günü gelen haber üzerine, planlarım suya düştü. Hafta sonu başlıyordum çalışmaya. ‘Düğün’ dedim, ‘kuzenim’ dedim, kimselere dinletemedim. Biletimi yaktım, sabahın kör saatinde, kalktım paşa paşa okula gittim. Eskiden olsa ben bugün kesin istifa ederdim.
Bu düğüne gitmek istemiştim ama... Hakikaten...Çünkü artık aramızda olmayan, her daim anason kokan en küçük amcamın, sanırım bir 15 yıldır görmediğim küçük oğlu, bir email göndermişti bana. O email şimdiye kadar okuduğum en samimi metin:

Zizania Abla,

Biliyorum yıllardır görüşmedik ama sen benim en sevdiğim kuzinimsin. Ben evleniyorum, 4 Ekim’de. Düğünü planlarken hiç aklıma gelmemişti ama davetiye sayısını sorduklarında matbaada fark ettim, ‘benim bir ailem yok’ dedim. Yani var da yok. Ağabeyim ve annem gelecekler ama başka kimse yok işte. Amcamı arasam diyorum ama gelmez değil mi? İşi vardır kesin ya da yurtdışındadır.
Zizania Abla, sen gelir misin? Sen ailem olur musun benim?


Biliyorum o duyguyu ben de. Neticede ‘Aaa, ailem mi bir dakika, şu ya da bu aileden sayılıyor muydu?’ benzeri soruları bir zamanlar çok sormuş biriyim. ‘Aman aile de neymiş’ diyorum şimdi de, buraya gelmeden önce ben de bu yollarda az kaybolup az tökezlemedim.
Bu ülkede farklı yürüyor işler, ailen - çekirdek ya da en genişinden hiç fark etmez - yoksa sen de yok oluyorsun çoğu zaman. Soruyorlar söylüyorsun, hilafsız herkesin yüzünde böyle acayip bir ifade. Sanki cami avlusuna bırakılmışsın, oradan en yakın karakola göndermişler seni, o karakolda polislerin yine en yakın eczaneden aldığı biberonla beslenmiş, sonra da çocuk esirgeme kurumuna sevk edilmişsin gibi bakıyorlar. Bir acıma, bir ‘ahahvahvah!’. Haa bu da yetmiyor, çocuk esirgeme kurumunda da kesin bir memurun tacizine uğramış, yaşın kemale erip yurttan çıkınca da kötü yola düşmüşsün gibi içleniyorlar. Ya da yaftan hemen zaten ceketlerin, pantalonların, eteklerin ön/ arka / sağ / sol ceplerinde hazır. Arızalısın. Olmuyor. Başka türlüsü genellikle ve hiç mümkün olmuyor. ‘Boşverin ailemi, ben varım’ diyorsun. Kimse bununla yetinmiyor.
Bu aile denilen şey bu topraklarda çok ağır tartıyor. Sanki aile içi şiddet, ensest, namus cinayetleri vs hiç yokmuş gibi. Sanki onca kızın bedeni, kendinden önce ailesine ait değilmiş gibi, sanki o kızlar mutsuz değilmiş gibi, sanki erkeklerin anneleri eşşek kadar olsalar da hâlâ kıçlarını sildiklerinden ortalıkta bu kadar basiretsiz adam yokmuş gibi. Aile pek kutsal, hep pek cici.
Ailesiz olmak mı? Amanın, anne babanız ayrı mı? Siz sorunlu birisiniz, kesin.
Kimse itiraz etmesin. ‘Ne var ya, boşanmak çok normal. Hem öküz ölse de ailelik bitmez ki!’ demesin.
Karnımız tok bu palavralara bizim. Anne ve babanıza sorun mesela. Hadi deneyelim. Yaş ortalaması asgari 50 olsun sizinkilerin. İster ordinaryüs profesör olsunlar, ister kundura tamircisi; ‘Ööyyyleee miii? Boşanmış mı annesi babası?Aaa, o da mı evlenip boşanmış. Ee tabii, ... Bilmiyordum bak bunu.’ diyeceklerdir, eminim. Sonra da ekleyeceklerdir; ‘Olsun canım, ne önemi var?! Hayatta her şey insanlar için...’
Böyle de hoşgörülü bir toplumuz, ben size diyeyim...


Lüzumlu Lüzumsuz Bilgiler:

• Haftasonu Kıbrıs’a yani KKTC’ye, saat 13: 30’dan sonra telgraf gönderemiyorsunuz.

• Sekiz yaşında filan, babanızın ‘ödevini bitirdin mi?’ sorusuna, oyun oynayabilmek için yalandan ‘bitirdimmmm’ diye yanıt verdiyseniz ve artık kazık kadar olduğunuz halde, en basit sorulara bile verdiğiniz yanıtların yalan olduğunu sanıyorsa o babanız mesela, hiç uğraşmayın. Hiç boş yere göbek çatlatmayın. Bırakın istediğini düşünsün. Dünya fâni, insanoğlu yabani deyin geçin.

3 Ekim 2008

Mademoiselle Bambadura Korkmuyor!



Mademoiselle Bambadura, teyzemin bana taktığı isim... Neden diye hiç sormadım, ben hep onun Mademoiselle Bambadura'sı oldum.
Bugün eski bir arkadaşının cenazesi vardı. Çok üzülmüş, çok ağlamıştı. Cenazeye giydiği lacivert döpiyesini, gardırobuna asarken döndü; 'Vasiyetim olsun sana,' dedi; 'bu hayatta hiçbir şeyden korkma. Korktuğun başına gelir sonra. Kimsenin de kalbini kırma. Tamam mı, Mademoiselle Bambadura?'
'Korkmuyorum ki zaten,' dedim. Ekim'den korkmuyorum mesela, ondan sonraki aydan da. Uzun vadeli planlar yapıyorum, ben hiç ama hiç korkmuyorum...

Elektronik Aletlerin Kini



Yok artık, bu kadarı da fazla! Bir süreliğine buralardan gittim, öteki evimi ziyaret ettim, sizi yalnız bıraktım diye tüm bunları hakkediyor olamam!
Salı gecesi eve geldiğimde tek istediğim ılık bir duş almak ve yatağıma kıvrılmaktı. Yatağıma kıvrıldım da duş alamadım. Kombi çalışmıyordu. Ertesi sabah tekrar denedim, yine yok. Bir sonraki sabah da aynı. Beyhude. Hâlâ çalışmıyor. Üzerindeki tek bir ışık bile yanmıyor.
Çay, kahve içmeden geçmez günüm ve mutfak masasının üzerinde duran kettle da bunu gayet iyi bilir. O da kaputt.
Sabah CD çaları çalıştıramadım. İnadından çabuk vazgeçti allahtan. Üç, beş denemeden sonra sağolsun çalıştı.
Akşam ‘Friends’in bilmem kaçıncı kez izlediğim bölümlerini tekrar izleyeyim dedim, geldiğimden beri ilk kez açtım televizyonu. Mavi ekranda kocaman bir yazı: Sinyal Seviyesinde Azalma Var.
Annemi arayayım, biraz dert yanayım istedim. Cep telefonumun şarjı bitmişti ve şarj aletini de öteki evde unutmuştum. Elimi telefona attım, derin bir sessizlik. Çevir sesi filan yok. Benim de telefona neler olduğuna dair hiçbir fikrim yok.
Yarın tatil bitiyor, teknik servisti, elektrikçiydi ne bulursam ararım dedim kendi kendime. Durumu kabullendim. Talihsizliğime kızmadım, isyan etmedim. Evdeki eşya ve aletlerin kalbini kıracak, sonra kıymık gibi içime, onların içine batacak tek söz etmedim.
Bir mektup yazmam gerekti. Bari oturup onu yazayım dedim. Cezvede su ısıttım, kendime kahve yaptım. Mektubu yazdım, çıktısını alıp imzalamam lazım. Yazıcı çalışmıyor. Bağlantıda sorun varmış, ekranda öyle yazıyor. Bağlantıları kontrol ettim. Bilumum fişleri prize sokup çıkardım. Bana mısın demedi. Yarın kargoya vermem gereken mektubun çıktısını alamadım.
Yok yok kesinlikle var bu elektronik aletlerin bana bir garezi. Kinci bunlar belli. Gittim, onları uzun süre yalnız bıraktım diye yapıyorlar. ‘Gör bakalım nasıl oluyormuş’ diyorlar.
Çiçekleri severim lakin dillerinden anlamam. Bakamam onlara. Peki size ne oluyor ya?!? Gül gibi geçinip gidiyorduk. Hem gitmem gerekti. Benim gerçekten buralardan bir süre gitmem gerekti. Tamam laptop’ımı yanıma aldım. Ama sizi nasıl alacaktım?
Buzdolabıma, çamaşır ve bulaşık makinelerime minnettarım. Ne bir kapris, ne bir kin...
İyi de ne olacak yani? Nedir bu husumet? Yarın öbür gün dilinizden anlayan biri gelecek, iki okşayıp sevecek. Çalışacaksınız o zaman. Ben size hep kırgın olacağım ama. Unuturum elbet lakin affetmem. Huyum bu. Sanki bilmezsiniz.
Ayrıca size tavsiyem; bence çok da ileri gitmeyin! Bu kadar üzerime gelmeyin. Değiştiriveririm sizi yenilerinizle. Çok üzülürsünüz sonra, söyleyeyim.

2 Ekim 2008

Omlet / Egg Mamadu




Uzun kahvaltıların vazgeçilmezi omlettir. En azından bizim evde. Ben şahsen en çok beyaz peynirlisini severim. Beyaz peynirli ve karabiberlisini.
Sabah uyandım. Evde yine hiçbir şey çalışmıyor. Bir mucize filan olmamış. Kimse ben uyurken evi temizlememiş.
Duş alamadım. CD çaları çalıştıramadım. Oturup hüngür hüngür ağlayacaktım neredeyse, öyle bir halet – i ruhiye...
Buz gibi suyla yüzümü yıkadım. Bir kaç arkadaşımla telefonda konuştum. Ne kadar üşüdüğümü anlattım, dalga geçtiler benimle. Başladım saymaya; ama burası Boğaz, sonra ev aylardır kullanılmıyor vs vs... Hiçbirini ikna edemedim. Üşüyorum. Ben üşüyorum. Kim ne dersin, hava güzel filan değil. Bildiğin serin işte.
Sanki bugün Pazar günüymüş gibi geliyor bana. Pazara yaraşır bir kahvaltı hazırladım ben de. Omlet yaptım. Omlet yaparken de artık hiç doğru düzgün yemek pişirmediğimi düşündüm. Kırk yılda bir belki. Hep hayatıma giren erkekler yüzünden! Hepsi o kadar güzel yemek yapardı ki...
Hele bir tanesi, çok yetenekliydi. 'Kitchen God' derdim ona. Annesi ve ablası profesyonel aşçıydı. Çin ve Tayland mutfağında ustaydı. Eve bir gelirdim, benim diyen Çin lokantasında yiyemeyeceğin yemekler yapmış. Ballı kızarmış muz bile. Öyle bir sofra.
Kavga çıkardı ama her Çin yemeği pişirdiğinde. Ekmek isterdim ben, o da kızardı; ‘Çin yemeğiyle ekmek yenmez’ diye. Sonra dayanamaz gider alırdı. Afiyetle yerdik yemeğimizi. Geceler daha bir kısa sürerdi o zamanlar sanki.
Hayatımda yediğim en güzel yemekleri hep onun elinden yedim. Cheesecake’leri de öyle.
Ondan öğrendiğim omleti yaptım bu sabah kendime; Egg Mamadu.
Adı ecnebice ve acayip bir şeymiş gibi geliyor kulağa ama bildiğimiz omlet işte. Peynirli, karabiberli omlet. Mamadu, Moritanya’da yaşarkenki dadısının adı. Ondan omletin adı Egg Mamadu.
Kendime harika bir kahvaltı sofrası hazırladım. Roka, domates, çakistes, yeşil biber ve Egg Mamadu. Laptop’ımı aldım yanıma, fonda Nathalie Merchant’ın Tigerlily’si, gayet de Pazarmış gibi ettim kahvaltımı. Bir yandan da dolanıyorum internet’te. Bilgisayarın ekranının sağ alt köşesinde, yeşil bir ışık yanıp sönüyor. Biri bana bir şeyler yazıyor. Üzerine tıklayınca bir an şaşırdım. Yazan Egg Mamadu’yu bana ilk pişiren kişinin bizzat kendisi, 'Kitchen God'!
Saydım, 13 sene olmuş. Tam 10 + 3 sene.
13 sene sonra, aslında bir Perşembe olan bu Pazar gününde, Egg Mamadu yaptığım bir sabah, dünyanın öbür ucundan...


REMEMBER

REMEMBER me when I am gone away,
Gone far away into the silent land;
When you can no more hold me by the hand,
Nor I half turn to go, yet turning stay.
Remember me when no more day by day
You tell me of our future that you plann'd:
Only remember me; you understand
It will be late to counsel then or pray.
Yet if you should forget me for a while
And afterwards remember, do not grieve:
For if the darkness and corruption leave
A vestige of the thoughts that once I had,
Better by far you should forget and smile
Than that you should remember and be sad.

Christina Rossetti (1830-1894)

1 Ekim 2008

'Hadi Kayda Giriyoruz!'



Etta Place: Ne yaptığını biliyor musun?
Butch Cassidy: Teoride evet.


Sessizliğe öyle alışmışım ki dışarıdan gelen her ses kulaklarımı tırmalıyor.
Gece çok geç yatmama rağmen, sesler yüzünden erkenden uyandım. Mahallede yine çekim var ve eğer yönetmen olmasaydı, amigo olabilecek kadar gür sesi olan kadın, kısa aralıklarla, ‘hadi kayda giriyoruz’ diye bağırıyor. Sanki bu kadının dudaklarının arasından bazı sözler çıkmaz gibi. Sanki bu kadın hiç ‘eyvallah’ demez gibi.

‘Kayda Girersek’:

• 09:57’de Ali Doran Batok doğ - du / muş. Aynı annesine benzeyen bir oğlan çocuğu / -ymuş.

• ‘Bayramınız kutlu olsun’ diye kapıya gelen çocuklardan biri siyahîydi. Bozuk param olmadığını söyledim. ‘O zaman iki tane şeker alalım mı’ diye sordular. Şekerleri verdim. ‘Bayat olabilir ama ha, karışmam’ dedim. Kikirdediler. Onlar gittikten sonra bir tane de ben yedim. Bayatlamamışlar sevindim.

Butch Cassidy and the Sundance Kid’i seyrettim. Paul Newman ne güzel adammış! Gerçi ben hep Robert Redford’u daha çok beğenirdim.

• Cumartesi günü çalışmaya başlayacağımı öğrendim. Hafta sonu planlarım böylelikle kısmen de olsa iptal olmuş oldu. Cuma günü gidip ne öğreteceğimi öğrenmeliyim.

• Pasaportumu buldum.

• Kabak çorbası pişirdim. Güzel olmadı.

• Not defterimdekileri bilgisayarda temize çektim. 55 bin 968 vuruş.

The Books diye bir grup keşfettim. Read, Eat, Sleep adlı şarkıları hiç sakıncası yok, bugünün fon müziği olabilir.

Sakin Ol!



Dokunabildiğim bir dünyadan, izlediğim dünyaya geri geldim. Geldim gelmesine de hiç misafirperver bulmadım buraları. Bir kere evdeki her şey bozulmuş. Kombi çalışmıyor, kettle çalışmıyor, abajurum nasıl olduysa durduğu yerde çatlamış. İstanbul soğuk. Çok soğuk.
Gitmeden önce alıp özenle balkondaki saksılara ektiğim lavantalar çiçek açmış. Tek güzel sürpriz bu.
II. Dünya Savaşı sırasında tüm Britanya’da yaklaşan esaret günlerinden halk korkmasın diye duvarlara yapıştırılan ‘Sükûnetinizi koruyun ve devam edin’ yazan posterden istiyorum. Mümkünse evin her odasına bir tane…

İstanbul'a Gelince...







Atatürk Havalimanı, İç Hatlar, Geliş