9 Ekim 2008

Adsız Sansız...


Mühim bir toplantıydı aslında. Konsantre olmam, söylenen her şeyi not almam gerekti. Lakin mümkün olamadı. Ben az önce sınıfta öğrencilerimden birinin söylediği bir şeyi düşünüyordum.
Teni benim kadar koyu Mardinli öğrencim, ‘en büyük hayaliniz nedir’ gibi klişe bir soruya, daha önce hiç duymadığım bir cevap vermişti. Yeni öğrenmeye başladığı bir dilde hiç tereddüt etmeden: ‘I Wants Be Human!’ demişti, gözleri gözlerimin taa içinde.
Şahane bir cümle değildi. Hatta yanlıştı ama düzeltmedim. İçimden düzeltmek gelmedi.
Toplantıya da bu cümle ile girdim. Aklımda, içimde, susan dilimde bu cümle. Gözümün önünde, insan olmak isteyen 18 yaşında bir çocuk.
Toplanma amacımız, Pazar günü büyük bir firmanın çalışanlarına verilecek olan mülakattı. Neler yapacağımız, nasıl değerlendireceğimiz konuşuluyordu. İşinin uzmanı hanımlar ve beyler olarak bir araya gelmiş, değerlendirmemiz adil ve tutarlı olsun diye tartışıyorduk. Daha doğrusu tartışıyorlardı. Ben dinliyormuş gibi yapıyor, önümdeki deftere çöp adamlar çiziyor ve insan olmak isteyen çocuğu düşünüyordum. Bir anda irkildim:
‘Let’s not get into anything sentimental’ dedi toplantıyı düzenleyen uzmanların uzmanı. Sonra da devam etti; ‘İşin içine hiç duygu bulaştırmayalım. Hep kendilerini acındırırlar ve bu sınavı geçmenin hayatlarını değiştireceğini söyler dururlar. Her ‘skill’inizi kullanın. Bu oyuna gelmezsiniz zaten ama hatırlatayım dedim. Bizim işimiz bu...’
Etrafıma bir baktım. Yakın arkadaşlarımın hepsi çöp adamlar çiziyordu. İçim rahat etti. Aklım Mardin’e, öğrencime, insana geri gitti...

....................

İki hafta filan önce, caddenin kenarında durmuş, sağ elimi havaya kaldırıp tam taksinin tekini durduracaktım ki onu gördüm. Çok güzeldi. Onbeş yaşında ya vardı ya yoktu. Sarı kirpikleri, kocaman mavi gözlerini gördüklerinden korumaya çalışmak için amma da uzamıştı. Bembeyazdı yüzü. Süt beyaz. Elinde bir kağıt parçası, evirip çevirip ona bakıyordu. Arada dudakları büzülüyor, bir şey söylemek istiyor da söyleyemiyor gibi sıkıntı içinde kaldırımda öylece duruyordu. Şehrin en işlek caddelerinden birindeydik. Belli ki hiç alışık olmadığı bir kalabalığın ortasındaydı. Göz göze geldik. Utandı. Gözlerini kaçırdı hemen. Neden utandığını anlamıştım. Kendinden utanıyordu. Koca şehrin görkemli insanları vardı her yerde, kocaman binalar, hızlı adımlarla yürüyen kadınlar, adamlar, susmayan kornalar... Ben de şehirliydim işte neticede. O ise küçük bir yerden gelen küçücük bir çocuk / insan.
Yanına gittim. Deterjan kokuyordu üstü başı. Belli ki annesi özenle giydirip yollamıştı buralara. ‘Bir yeri mi arıyorsun? Yardım edeyim mi?’ dedim. Sesi titreyerek, ‘Abla, ben kayboldum’ dedi. İçimden sarılmak geldi ona o an. Şöyle sımsıkı sarılmak, saçlarını okşamak. ‘Korkma, ben buradayım’ demek.
İyi de ben kimdim ki?
Bir çırpıda anlattı sonra. Ağabeyi askerdeymiş, onu görmeye gelmiş. Annesinin yolladıklarını verecekmiş. Okul başlamadan elini öpecekmiş. Kars’ın bir köyündenmiş. ‘Ben seni götürürüm ağabeyine’ deyince önce gözleri parladı. Sonra ‘Yok yok, ben bulurum. Sen bana anlat’ dedi. Aynı yöne gittiğimi, taksiye bineceğimi söyledim. Israr ettim. Onu orada yalnız bırakamazdım. Onu yalnız bırakmak istemedim. Korkuyordu. Benden... ‘Taksiciye de sorarız eğer aklına yatmazsa sen inersin taksiden’ dedim. Kabul etti. Bir taksi durdurdum, ‘Abla, ben öne oturayım mı?’ dedi. Güldüm. Utandı yine, ben gülünce. ‘Yok,’ dedim, ‘Utanma. Oğlan çocukları meraklı oluyor ya hep arabalara. Ondan güldüm’.
Kışlanın önüne gelince arabadan indi. Taksiciden rica ettim içeri girmesini bekleyecektik. Kışlanın kapısının önünde durdu, el salladı. Sonra hızla koşarak tekrar karşıya geçti. Kırmızı ışıkta duran arabaların arasından zikzaklar çizerek yanıma geldi; ‘Abla, elini öpmeyi unuttum. Sağol. Abla, sahi adın ne senin?’

....................

En sevdiğim yazarlardan değildir ama ‘Adsız Sansız Jude’dan bir cümlesi aklıma kazınmış Thomas Hardy’nin. Ailesinin yaşadığı tüm zorlukların nedeninin kalabalık olmaları olduğunu düşünen küçük Jude, annesi ve babasının ‘keşke doğmasalardı’ lafını duyduktan sonra artık dayanamaz. Önce kardeşlerini boğar, sonra da kendini asar. Ardında da bir not bırakır. Mardinli öğrencim gibi pek hâkim değildir İngilizce’ye; ‘Done because we are too menny’ yazar intihar notunda. ‘Many’ yerine ‘menny’. ‘Çok’ yerine, görünce akla ‘insanız da ondanı’ getiren, hiçbir sözlükte olmayan bir kelime...

Hiç yorum yok: