25 Kasım 2008

Hayvanlar Âlemi


Karga kafasızın teki
Peynirine sahip olamadı bir türlü
Peki sana ne demeli?
Kurbağa geçemedi, bak, karşıya
Yılan onu yedi yedi bitirdi
Peki sana ne demeli?
Kırkayağın kırk ayağı var
Bir kedi kadar olamadı
Düşemedi dört ayak üstü
Sonra şu pervane
Ateşe uçtu
Yandı, gitti, kül oldu
Gördün mü?
Kurt kuzuyu yedi
Zaten herkesin bildiği
Peki sana ne demeli?
Zebralar çizgili
Akrepler zehirli
Kışları
Uyur ayılar
Göçer bazı kuşlar
Kirpiler dikenli
Tilkiler sinsi
Şimdilerde
Filler hep yem pirelere
Hafızası yok balıkların
Atlar dört nala gitti
Peki sana ne demeli?

24 Kasım 2008

Evde




Günün Sözü: Sana Topal Piremi Bile Vermem

Fon Müziği: Van Morrison'dan herhangi bir şarkı

19 Kasım 2008

Öfkeyle Yazılan Sinema Yazısı




Filmlerde ağlayanlardanım diyerek başlamalı söze. Roman okurken de ağlayabilirim, bir şiir okuduğumda da. Hatta hiç akla gelmeyecek şarkılarda bile ağlarım.
Gerçek hayatta nefret ederim ağlamaktan. İterim habire içeri gözyaşlarını. Başkaları görsün istemem. Bilsinler istemem. Sanırım şimdiye kadar iki – üç kişinin yanında ağlamışlığım vardır en fazla. O da kurmaca dışı durumlarda. Saçma ama ne gelir elden. Bu da benim terbiyem.
Lakin dedim ya, filmlerde ağlarım. Meşru nedenler verir filmler ağlamak için. Bir kere ortalık karanlıktır. Hem katharsis diye de bir şey vardır. Gayet mantıklı. Brecht'e selam olsun. O da aslında haklı.
O kadar konuştular ki hakkında, ‘ hadi ben de göreyim’ dedim. Önce korsan bir DVD alsam, evde seyretsem diye düşündüm. Sonra ülke sinema endüstrisine katkıda bulunmak gibi bir güdüyle dün gece sinemaya gittim.
Gittim de iyi mi ettim bilmem. Fena halde sıkıldım. Çok sıkıldım. Üstüme üstüme gelen gecikmiş ergenlik sendromundan zaten uzuncadır bıkmıştım, bu film tuzu biberi oldu. Filmin esas oğlanına feci gıcık oldum. Karşıma çıksa suratına tokadı yapıştırırım, o derece.
Sözümü hiç sakınmayacağım. Bildiğin dallama işte esas oğlan. Hem de önde koşanı. Neymiş yalnızmış, ıssızmış, bağlanamıyormuş vs. Nasıl da bildik, nasıl da klişe! Gecikmiş ergenlik sendromundan muzdarip adamın teki göya aşık olmuş. Salak acaba aşkın ne demek olduğunu biliyor mu? Ama sonra bir bakmış, amanın bağlılık, sorumluluk falan filan girmiş devreye. Özgürlüğüm elden gidiyor melodisi eşliğinde derhal arazi olmuş.
Aslında filmin hakkını yememek gerek, gerçek bir Türk filmi bu. Çok buralardan. Filmi beraber izlediğim karşı cinse mensup ecnebi arkadaşım, filmden çıktıktan sonra bir sürü soru sordu. ‘Peter Pan’ dedi, ‘böyle de olur mu yahu, amma da abartmışlar, di mi’ dedi. Dedi de dedi. Resmen şaşırdı esas oğlanın haline. Sımsıkı sarıldım kendisine, ‘sus’ dedim, ‘dur, ben sana bir sarılayım’. İstiklal Caddesi’nin ortasında kendisine kocaman sarıldım, uzun süre bırakmadım.
O ne sevişme sahnesi öyle?!? O da çok buralardan. Türk erkeğinin hakikaten var seksle böyle bir derdi. Sevişemez bir türlü. Utanır mı, erkekliğine halel gelir diye mi korkar bilemem ama vardır işte. Performans kaygısı değil bu sadece. Güvensizliklerinde haklılar belki de, insan hayatta ‘erkek’ olmayı beceremeyince, nasıl sevişecek ki bir kadınla yaraşır şekilde?
Esas kızdan da bahsetmek isterim. O da en hafif tabiriyle salak , efendim. Adamın nesini unutamadın onca sene sonra? Nesine hâlâ aşıksın?
‘Dallama kızım o, dallama’ diye bağırmamak için kendimi zor tuttum sinemada. Hatta yanımdaki arkadaşım, mırmır konuşuyorum diye belli aralıklarla ağzıma patlamış mısır tıkıp durdu. Boğulacaktım.
Evlenmişsin, hadi onu geçtim çocuğun olmuş. Demek ki adamın tekini ondan çocuk yapacak kadar sevmişssin. Adam da adammış, elini taşın altına koymuş. Ne işin var hâlâ Peter Pan kılıklı adamla? Haa laf olsun diye evlenip çocuk yaptıysan, oh olsun o zaman sana. Müstahak!
Bu vesileyle Türk annelerine de seslenmek isterim buradan. Erkek çocuk sahibi olmak sorumluluk ister. Aklınızı başınıza devşirin. 40 yaşına gelen erkek çocuklarınızın tuvaletten ‘bittiii’ diye seslenecek kadar size bağlı ve bağımlı olması iyi bir şey değildir. Lütfen bırakın bez aşamasını geçtikten sonra doğal süreci izleyip büyüsünler.
‘Ratatouille’ adlı çizgi filmde ağlamaktan helak olan ben, salondaki hilafsız biz hariç herkesin ağladığı bu filmde bir damla gözyaşı bile dökmedi. Üstelik yanımdaki adam, ağlasam her türlü şefkati gösterebilecek, empati kurma yeteneği gelişmiş biriydi. Omuzları da gayet geniş.
Alper, Ada, filmin hiçbir karakteri bana değmeyi başaramadı. Hepsi ortalıkta görmekten çok sıkıldığım tiplerdi. Buna Beyoğlu da dahil. Filmin müziklerini tenzih etmek gerek. Hatta bir tek o iyiydi dersem abartmış olmam.
Diyeceğim odur ki, adam gibi adamlar var ortada. Bu gördüğünüz tam bir dallama. Evet, çok var onlardan. Lakin kısa süre sonra görünmez olacaklar, işsiz güçsüz dolanacaklar ortada, kel kalacaklar, göbeklenecekler misal. Hiç olacaklar. Aslında en çok korktukları gelecek başlarına; ne kimsenin ilgisini çekecekler ne de şu hayatta bir halt olacaklar. Aman yanlış anlama olmasın, burada bir halt olmaktan kastedilen maddî bir şey değil. Birini mutlu etmekten aciz, kendi mutluluklarını kurmaktan aciz zavallılar olarak uyanacaklar her güne. Budur demek istediğimiz.
Lakin tanrıya şükürler olsun ki var hakikaten ergenliklerini sancılı olsa da atlatmış adamlar. Onları seviniz. İnanın daha sevilesiler. Daha iyi sevişirler.
Rica edeceğim postmodern anlamlar katmayalım işin içine, dallama tüm zamanlarda dallama işte. Yok öyle, yok bağımsızlığım, yok cartım curtum. Ne saçma bir akıl yürütme, mitleştirme!
Kadın kadın, erkek erkek. Doğamıza bir zahmet sahip çıkıp farkında olalım. Kendisinin farkında olmayan kadınlardan, adamlardan da rica edeceğim uzak duralım. Sadece beyaz perdede olsalar bile.

17 Kasım 2008

Semt



Arapça, isim


1. Şehirde yerleşim bölgesi, yaka: “Şehri dolaşıyorum: Üç ayrı semte gittim.” -R. H. Karay.
2. Yan, taraf, cihet, yön.
Güncel Türkçe Sözlük



Uzun zamandır uğramadığım bir semte düştü yolum bu sabah. Malum istikamet Beyrut ve vize almam gerekti.
Sabahın erken saatleriydi, hep yürüdüğüm tarafından yürüdüm caddenin. Aynı kaldırımlardı ayaklarımın altındakiler. Tanıdılar adımlarımı. Köşedeki çiçekçi, ‘Günaydın’ dedi kocaman gülümseyerek. Soru soran gözleri, gülümsemesinin ardında kaldı. İyi de oldu.

Beklemem gerekti biraz. En yakındaki kafeye girdim. Dün geceden sonra kazan gibiydi kafam. Bir su ve portakal suyu siparişi verdim. Önce alka – seltzer’imi içtim, sonra portakal suyumu. Karşı masamda entelejensiyanın iki ünlü şahsiyeti oturuyordu. Gazete okumama gerek kalmadı. Bir bir anlattılar birbilerine gazetelerde neler olduğunu. Göz hapsinde gibiydim. Rahatsız oldum. Sandalyemi yana çevirdim. Güldüm içimden. Ne tanıdık bir sahneydi. Kaç kereler izlediğim ucuz bir filmdi bu. ‘Ne zavallıyız aslında’ diye geçti aklımdan. Sonra cümlenin gizli öznesini derhal değiştirdim.

Vize memuru çalıştığım üniversitede yüksek lisans yapıyormuş. Aksanlı Türkçesiyle ‘Hocam, hocam’ diyerek bir çırpıda hallediverdi işlerimi. Benimle birlikte küçük odada bekleyenler, merakla bakıyordu bana. Yaşlıca bir hanım, ‘aa bu yaşta ne hocasısın sen bakayım’ diye sordu. Söyledim ama inanmadı. İnandırmam gerekmiş gibi geldi o an. Yaşımı söyledim. Şaşırdı. ‘Eee minyonsunuz ya ondan’ dedi. Bu cümlenin de öznesi değişmişti. Siz olmuştum yaşıma hürmeten. Bir yaşım vardı benim. Çoğu kez hiç aklıma gelmeyen.

Konsolosluktan çıkar çıkmaz evime geldim. Hayal kurmak için güzel bir gündü. Başka bir şehri düşündüm, adımlarımı hiç tanımayan sokakları. Beyrut’u düşündüm.
Bir semtin bir anda insanın hayatından nasıl çıktığını düşündüm. Bir semt çıkarken hayatımdan, uzak bir şehrin aniden nasıl da girdiğini hayatıma. Girebildiğini...

Fon Müziği: Vagabonds - New Model Army

13 Kasım 2008

İstikamet


Arapça
isim (istika:met) :
Doğrultu

“Arkaya baka baka, yere yuvarlanmaksızın, istenilen istikamette kaç adım gidilebilir?” -A. Haşim.

Güncel Türkçe Sözlük




Fon Müziği:
Fairuz - Li Beirut

11 Kasım 2008

Dut Ağacının Altında...


Dut ağacının altındaki bankta oturuyordum. Boğazı görmeye gelen turistler, birbirlerine karşı kıyıyı gösterek anlamadığım bir dilde bir şeyler söylüyorlardı. Güzel bir gündü. Hiç bulut yoktu. Bir sürü güvercin vardı parkta. Sürekli pikeler yapıp çimlere konuyorlar, yiyecek bir şey bulamayınca havalanıyorlardı yeniden.
Onca boş bank olmasına rağmen gelip benim yanıma oturdu. 70 - 80 yaşlarındaydı. Üzerinde lacivert bir takım elbise vardı. Eprimiş. Dikişlerinin rengi solmuş. Gri fötr şapkasını kaldırarak selam verdi. Gülümsedim. Bir şeyler söyledi, duymamıştım. Israrla yüzüme bakınca kulaklıklarımı çıkardım. ‘Duyamadım sizi’ dedim. Sigara istiyordu. Verdim. Ne dinlediğimi sordu, söyledim. Başını salladı. ‘Şu bank,’ dedi tam karşıdaki bankı gösterek, ‘biz hep onda otururduk. Sonra şu lokanta var ya, oraya Zeki Müren gelirdi hafta sonları. Biraz pahalıydı ama ay başlarında götürürdüm hep onu yani hanımı. Sahibi geçen sene kanserden öldü.’
Konuşmadan dinledim. Gülümsemeye çalıştım ama inat etti dudaklarım. Kulaklarım da dudaklarım kadar inatçı olsa, duymak istemediklerini keşke hiç duymasa...

Fon Müziği:
Perfect Day - Lou Reed

5 Kasım 2008

Sancı



isim

1. İç organlarda batar veya saplanır gibi duyulan, nöbetlerle azalıp çoğalan ağrı: “Ani bir diş ağrısı gibi, manevi bir sancı ruhumu burmaya başladı.” -H. C. Yalçın.
2. mec. Sıkıntı.

Güncel Türkçe Sözlük / TDK

Fon Müziği: A Weather

2 Kasım 2008

Eller



Alnında kaç çizgi vardı, dişlerin çarpık mıydı, inci gibi miydi yoksa? Yara izi var mıydı yüzünde ya da çilin, benin?
Unuttum.
En çok elleri unutmaktan korkarım ben.
Başparmaklar önemlidir mesela. Bazıları balyoz gibi olur. İnceden inceden ilerler, tırnağın başladığı yerde genişler. Çirkindir bu tür başparmaklar. Bir parça buyurgan durduklarından belki.
Tırnaklarının şekli değişiktir herkesin. Kimileri geniş, kimileri dar ve uzun. Kimilerinin tırnakları etine yapışmıştır, asla bırakmaz. Pek hodpesent, pek bencil.
Bazıları yamuk keser tırnaklarını, bazıları yuvarlak, bazıları düz. Herkesin tırnak şekli dedim ya ayrı.
İşaret parmakları eğridir bazen, bazen dimdik ve düz olurlar. İşte onlar hedefi hiç şaşırmazlar. Orta parmaklar, serçe parmakları, başparmaklar....
En çok elleri unutmaktan korkarım ben.
Bazı eller büyük, kocaman, bazıları küçük, kendi halinde, iddiasız. Bazı eller güven verir.
Kalın parmakları severim. Sert elleri. Kendinden emin, kendinde elleri...
İnce uzun parmaklar korkutur. Güvenemem onlara. İnanmam.
Bazı ellerin içinde kaybolur elim. Tutarlar sımsıkı. Yumruk olurlar o eller. Benim diyen el gelse, açamaz o yumruğu. Ben işte en çok o elleri severim.
En çok elleri unutmaktan korkarım ben. Elleri unutunca bilirim. Bilirim ki o ellerin sahipleri değemez artık bana.
Kendinden vazgeçer hafızam. Zorlamaz ne beni ne kendini. Geri çağırmaz el ele verip unuttuğumuz elleri.
Ben o kadar çok el unuttum, unutmaktan o kadar bıktım ki...