22 Kasım 2009

Rota



İt. rotta
a. 1. Bir gemi veya uçağın gidiş yönü, izleyeceği yol. 2. mec. Görüş veya tutuma göre gidilen, izlenen yol: “Sarhoş serseri, bir eliyle boyuna rotayı ayarlamaya çalışıyordu.” -Ç. Altan.

Güncel Türkçe Sözlük

Gjirokastra / Berat / Tiran

Fon Müziği: The Park - Bon Iver

20 Kasım 2009

Seni Görmediğime Sevindim...


Şehrin en kalabalık caddelerinden birinde görmemek için yürüdüm. Denedim. Oldu. Görmedim. Gözüm değmediği sürece görmüş sayılmam dedim. O beni gördü. Baktı, baktı....
Yüzüne baksam, selamını yalandan da olsa alsam; ‘Sen iğrenç bir insansın’ derdim herhalde. Sonra bir nefeste; ‘Ne oldu, neden şimdi bana selam vermeye karar verdin? Adam yerine koymazdın hani, umursamazdın. Yokmuşum gibi yapardın. Sanki sen çok adammışsın gibi. Ben sana bayılıyormuşum gibi. Nezaketti benimkisi. Asgari nezaket.
Hem zaten biliyor musun seni tanımak zorunda kalmasam, tanışmak da istemezdim. Bana kalırsa sefilsin, cahilsin, komplekslisin sonra üstüne bir de çirkinsin. Azken kendini çok sanan zavallının tekisin’ derdim.
İçimden geçerdi bunları söylemek. Hepsini değil ama nefesimin yettiği kadarını kesin söylerdim. Eğer görseydim...Görmedim...
Kafamı bile çevirmedim. Görmedim ki kafamı çevireyim. O beni gördü. Her söylemediğimi de anladı, eminim.
Ben görmedim, yürümeye devam ettim. Arnavutluk’ta neye ihtiyacım olacaksa onları aldım. Bir kitap aldım kendime, bir de en kalınından hırka.
Evime geldim. Parmesanlı makarnamı yedim. Bir kadeh kırmızı şarap içtim. Güzel bir gün geçirdim.
Görmedim. Güzel bir gündü bugün, seni görmediğime sevindim...


Fon Müziği:
Calm Like You - The Last Shadow Puppets

12 Kasım 2009

Yorgunluk


a. Çalışma vb. sebeplerle bireyin ruh ve beden etkinlikleri açısından verimlilik düzeyinin azalması: “Yorgunluktan ikimiz de pelteye döndük.” -S. M. Alus.
Güncel Türkçe Sözlük


Sözlükte bu kelimenin yanında fotoğrafım olsa hiç sakil durmazdı. Bilakis yüzümü gören kelimenin anlamını okumaya bile gerek duymazdı.
Bir aydır ne kadar yorulduğumu anlatmaya kelimeler yetmez. Zaten uygun kelimeleri aramaya da mecalim yok.
Tek istediğim tek bir gün. Bir tek gün. Koltuğuma gömülüp kâh kitap okumak, kâh film izlemek. Sokağa filan çıkmak istemiyorum. Şehre gitmek hiç istemiyorum. Evimde olmak istiyorum. Evimde dalga sesleri eşliğinde kitap okumak. Yağmur da yağabilir, itirazım olmaz. Ertesi güne yetiştirmem gerekenleri düşünmeden geçecek tek bir gün.
Hiç hazırlık yapmadım. Oysa on gün sonra Arnavut kaldırımlarında yürümeye gidiyorum. Geçen zaman zarfında yapılmayanların sayısı boyumu aştı.
Kontrole gidilmedi, test mest yaptırılmadı, çamaşırlar yıkanmadı, Balkanların soğuğuna tahammül etmemi sağlayacak giysiler gardroptan çıkarılmadı, masam toplanmadı, ev temizlenmedi, bir haftadır çevirinin tek satırına dokunulmadı, adam gibi yemek yenmedi, iki kilo verildi, sigaraya abanıldı, Aralık ayındaki seyahat için vize başvurusu yapılmadı, yazmam gereken yazılar yazılmadı.
Uykusuz gecelerde bolca makale okundu, bolca öğrenci yazısı düzeltildi, hem anadilim, hem ikinci, üçüncü dilim sürekli yanlışa maruz kalmaktan erozyana uğradı. Disleksim fark edilecek boyutlara ulaştı.
Üç gece üst üste uyumadan – hakikaten hiç uyumadan – okula gidebilmem şahsî tarihimde kırdığım bir rekordu. Bu rekor tarihime altın harflerle yazılmadı. Aslen son derece manasızdı.
Dördüncü gün yani bugün, az önce yorgunluktan ağlayacaktım. İlk kez tecrübe ettiğim bir duygu. Yorgunluktan ağlamak... Olabiliyormuş.
Oturdum koltuğa, bilgisayarımı kucağıma aldım, gözüm yerde duran kağıt yığınına takılıyor sürekli. 38 X 2, Comparison and Contrast Essay. Sıkıcı. Bu satırları sonlandırır sonlandırmaz, onlara dönmem gerek. Pazartesi sınav olacaklar, çocuklara lazım.
Candan, canandan çoktan vazgeçtim. Sadece uyumak istiyorum. Koltuğuma kıvrılıp uyumak, yatağa gitmeden şuracıkta uyumak. Uyuyakalmak, uyuyakalmaktan korkmamak, sandalyelerle arama bir süreliğine bir mesafe koymak...

Fon Müziği: Which Side Are You On? – Nathalie Merchant

1 Kasım 2009

Zencefil


Ar. zenceb³l
a. bit. b.
1. Zencefilgillerden, Hindistan ve Malezya'da yetişen, yaklaşık 100 santimetre yüksekliğinde, kamış görünüşünde, çok yüksek ve otsu bir bitki (Zingiber officinale).
2. Bu bitkiden elde edilen ve baharat olarak kullanılan toz: “Kocaman duvara sırtını vererek üstüne zencefil ve tarçın serpilmiş salep içerlerdi.” -S. F. Abasıyanık.

Güncel Türkçe Sözlük





Fon Müziği:
Lola - The Kinks

20 Ekim 2009

20102009





Palamut / Roka / Parizyen / Kağıtlar, Kağıtlar, Kağıtlar / Bon Iver



Fon Müziği:
For Emma - Bon Iver

19 Ekim 2009

18102009



Tuhaf tuhaf şeyler yapar oldum. Hoşuma da gitmiyor değil tuhaflığım. İçim enteresan şekilde rahatlıyor, yaptığım her tuhaflığın ardından. Bana kalırsa aslında tuhaf da değil yaptıklarım, ne yalan söyleyeyim.
Bugün 'Ken Loach filmlerinden hiç hoşlanmam' diyen birini masada bıraktım. Kalktım, gittim. Çakmağımı, sigaramı aldım, onu bıraktım. Vicdanım rahat, kafam dingin. Ken Loach sevmeyen, beni de sevmesin!...
Şahane bir gol yedim geçen hafta bir 'arkadaş'tan. Halk arasında 'dost kazığı' denilen türden. Sarsılmasına sarsıldım tabii. Bir kaç gece uykusuz kaldım. Sormadım ama ilk fırsatta soracağım. Golü atan kuvvetle muhtemel Ken Loach'u tanımıyor ya da sevmiyordur diye düşünmekteyim. Dolayısıyla arkadaşım filan da olamaz aslında.
Güne sabah 6'da başlayıp gece 2'den önce yatmayı beceremiyorsa insan, gafil avlanıyor işte böyle. Oluyor, Ken Loach sevmeyenler de oluyor. Elinden kazık atmaktan başka bir şey gelmeyenler de. Oluyor işte...

13 Ekim 2009

Bazı Notlar ...




• Esen Lodos, pastırma yazının vedası gibi. Belli ki bugün yarın yağmur yağacak. Eylül’ü severdim eskiden. Bir tülbente sarılmış gibi geçerdi o zamanlarda günler. Eylül’ün tülbenti yumuşatırdı görüntüyü. Belli belirsiz yağan yağmurlar törpülerdi günlerin çapağını, yıkardı kirini. Eylül’ü sevmekten vazgeçmemle, Beyoğlu’nu sevmekten vazgeçmem aynı günlere denk geliyor, ne tuhaf. Önce Eylül’den vazgeçtim sanırım. Sonra Beyoğlu’ndan. Bir – iki sene önceydi. Caddede gördüğüm her yüzde umutsuzluk ve hayalkırıklığı okumaya başlamıştım. Herkes mutsuzdu. Mutluymuş gibi yapanlar vardı. Ama yalandı gülümsemeleri. Sanki hiç yazamadıkları bir hikâyeleri vardı. Kendilerini yazmışlardı ya da. Nasıl görünmek istiyorlarsa, hamurlarında olmasa da öyle oluyorlardı sokaklarda, insanların arasında. Yüksek sesle gülmek, kahkaha atmak nedense bu caddede ve bu coğrafyada yaşayanlarda sakil duruyordu. O zaman öyle düşünüyordum. Şimdi düşünmüyorum. Toptan düşünmüyorum yani. Zira Beyoğlu’na pek çıkmıyorum. Galata’daki doktoruma gitmek için bile. Galata Kulesi’ni hâlâ çok seviyorum. Çok hem de. Kaç kare fotoğrafını çektim. Bir kısmı evdeki masanın, bir kısmı okuldaki masamın karşısındaki duvarda asılı. Galata’yı sevmekten vazgeçmeden gitmeli buralardan. Kentten ona kırgın ayrılmak vedaların en mahsunu olurdu. Rumelihisarı bile canımı Galata kadar yakamazdı.

• Herkesin konuştuğu bir roman vardı. Aldım. Okudum. 237 sayfayı bir günde okudum. Kolay okunan kitapların iyi kitaplar olduğuna dair bir kanı sirayet etti insanlara son yıllarda. Gazetelerin kitap ekleri sorumlusu. Oysa bir kitabın kolay okunmasından kastedilen şey, olsa olsa kurgusunun saat gibi işlemesi anlamına gelebilir edebiyat eleştirisinde. Bomboş olduğundan kolay okunan kitaplar için başka bir şey denir. Kimsenin emeğine saygısızlık etmek istemem ama eğer kurgunun ana kurallarından bihaberse, bir roman yazmamalı insan. Ya da yazdığının romandan başka bir adı olmalı. Günlük mesela? Ya da Notlar?... Başkasını sevmek de öyle o kadar kolay olmamalı. Haysiyeti olmalı sevmek dediğin şeyin. İnsan doğasına dair postmodern çoğu teori aynı zamanda gayet de gayriinsanî değil mi?

• Dillerin en içlisi İspanyolca. Sözünü anlasanız da anlamasanız da İspanyolca şarkıların hepsi insanı başka bir yerinden yakalıyor. En kırılgan yerinden. Saatlerce dinlediğim şarkıları, aynı nedenlerle seven kim varsa etrafımda onlara müteşekkirim.

• Stor perdeler bende ev hissi yaratmıyor. Yeni yıkanmış tül perdelerin kokusunun sinmediği ev, ev olamıyor. İkea mobilyalarla kurulu ikinci bir ev kurmaktan son anda vazgeçtim. Koçtaş’tan alınan bambu storlar sebebi.


• Denizi sevmeyen insanlarla anlaşamıyorum. Kötü yüzen ya da yüzemeyen insanlarla da. Bundan 4 - 5 sene önce Boyacıköy’de, gecenin bir yarısı, o zaman beraber olduğum adamla, sahilde oturuyorduk. Hemen yanımızdaki bankta çekirdek çitleyen bir aile vardı. Ailenin babası en küçük çocuğu kucağına almış, suya atmakla korkutuyordu. Biz ise büyülenmiş gibi izliyorduk denizi. Dolunay da vardı. O gece bir baba çocuğunu denizle korkutuyorsa, o çocuk büyüyünce ne olur acaba diye geçirmiştim aklımdan. Bugün öyle bir babanın oğluyla tanıştım. Nasıl da keskin, nasıl da katıydı. ‘Yüzme biliyor musun sen dedim?’ ‘Hayır,’ dedi, ‘Hiç de merak etmiyorum. Denizi sevmem ben.’ Moby Dick okuyordu. Okuyordu çünkü ödeviydi. Moby Dick okuyan ama denizi sevmeyen bu ‘oğul’dan belki 'baba' olacağını düşünmek fena geldi.

• Yeni mesai saatlerime alışamadım. Alışabileceğimi de düşünmüyorum. Tamamıyla değiştirmem gerek alışmam için, kendimi, yaşam biçimimi. Bu seneyi kazasız belasız atlatırsam galiba jübile yapacağım. Her sabah beni bekleyen bir sınıf dolusu insan olmasa, onlar benden öyle ya da böyle bir şey öğrenmeyi ummasa, sanırım sahaları bu yeni düzenleme ile çoktan terk ederdim.


Fon Müziği: Circle - Edie Brickell and the New Bohemians

10 Ekim 2009

İnsan Ama Büyük Harfle ...


Üniversiteye girmek için iki sınava girilen zamanlardı. Özal’ın hemen peşi sıra. İlk sınavda derece yapmıştım, annemin deyimiyle yanlışlıkla. İkinci sınava bir – iki ay kala evde ortam çok gergindi. Aklımda bir sürü, bir sürü fikir vardı. İç mimar olmak istiyordum ya da Sinema okumak. Edebiyat da olabilirdi, Sosyoloji de. Karar vermek zordu. Her gün biri bir şey diyordu. Avukat olan amcam, Hukuk okumam gerektiğini, Tünel’deki yazıhanesini bana devredeceğini, işimin hazır olduğunu söylüyordu. L.A Law diye bir dizi vardı o sırada televizyonlarda. Hukuk okumak da fena olmayabilirdi. İşletme profesörü olan babamın ne istediği belliydi ama açık açık söylemiyordu.
Babamla ilk büyük kavgamız İç Mimari ve Sinema tercihlerim yüzünden çıktı. Birbirimize girmiştik. ‘Bu ülkede...’ diye başlayan bir sürü cümle duydum ondan o sıralar, şimdi hatırlamadığım. Sosyoloji kararımda ise babam kelimenin tam anlamıyla delirmişti. ‘Tamam malzeme bol bu ülkede de – yine bu ülkede – ne iş yapacaksın? Kim ciddiye alıyor o araştırmaları?’
Sonunda ona upuzun bir mektup yazarak hayatıma karışmasını istemediğimi anlatmıştım. Tuhaf bir şekilde etkili olmuştu. Babam o günden sonra fikir beyan etmekten vazgeçmişti. Ressam olmak isterken kendini bankacı olarak bulan annem, ‘Canın ne istiyorsa onu okursun’ diyordu. Rahatlamıştım. Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünü kazandım. İyi bir üniversitede dört şahane yıl geçirdim. Ben eğer olduysam orada oldum.
‘İyi ki de edebiyat okumuşum’ derim demesine de bazen tuhaf geliyorum kendime. Öğrencilerimin yüzünde de görüyorum. ‘Bu kadının derdi ne acaba, neden bu yolu seçti’ diye bakıyorlar arada. Hatta bazen yekten soranlar bile oluyor. ‘Tek kariyer planım mutlu olmak’ diyorum o zaman onlara gülerek. Onlar da gülüyorlar benimle.
Aynı üniversitede ben Edebiyat okurken Sosyoloji okuyan yaşıtım biri, gazetede yazdığına göre bir iki gün önce arabasını Boğaz Köprüsü'nde bırakıp, ortadan kaybolmuştu. İntihar ettiğinden şüpheleniliyordu. Haberi okuyunca irkildim. Ankara’nın doğusunda çok kadın intihar ediyordu hep ‘bu ülkede’ ama bu başkaydı. ‘Çok acı var’ yazıyordu arabasında bulunan notta, ‘Çok acı var’... Namus cinayetleri üzerine kitaplar yazan bir kadındı bu notu yazan. ‘Çok acı var’... Sosyoloji okumuştu. Okumuştu. Bir üniversitede çalışıyordu. Öğrencileri vardı. Çok acı vardı...
Kelimelerin etimolojik kökenleri, sesleri, heceleri, türleri, cümleler, diskur diye oturup saatlerce kafayı yorduğumda ya da öğrencilerimin yazdıklarını okurken, bazen aslında kaçtığımı düşünüyorum. Kelimelerin arasında, kelimeye dökülmeyen ve dökülemeyenlerden kaçtığımı, bir fildişi kuleye saklandığımı. ‘Çok acı var mı dışarıda’ diye sormuyorum bildiğim hiçbir dilde. Zira cevabı biliyorum. Sonra aklıma o öğrencim geliyor, Mardinli öğrencim. Kırık dökük İngilizcesi ile ‘I wants be HUMAN’ yazmıştı kağıdına bir keresinde. ‘Human’ yani insan ama büyük harfle...

Fon Müziği:
No Habra Nadie En El Mundo - Concha Buika

3 Ekim 2009

La Fontaine, Enginarlarım ve Sansür ....




Kelimelerin kifayetsiz kaldığı pek çok an yaşamışımdır. Yok yok, yaşadım diyeyim. Zira yaşadığımdan eminim. Ama o anların hiçbirinde bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Kırk yıl düşünsem bir sansür haberine bu kadar güleceğim aklıma gelmezdi. Kırk yıl düşünsem böyle bir sansür de aklıma gelmezdi. Hâlâ gülüyorum ve ben sanırım son nefesimi verene dek bu durum aklıma geldikçe güleceğim. Buna kargalar bile güler.
AİHM'e, ‘Ülkem akıl sağlığımla oynuyor, tehdit altındayım’ diye bir mektup göndereceğim, kesin kararımı verdim. Zaten bir kaç gündür La Fontaine (....Nasıl bir ses tonun var, ne söylesen masal gibi gelir La Fontaine’den.....) isimli bir pop şarkısının olduğu yerde benim ne işim var diye soruyordum kendime, iyi oldu bu sansür hikâyesi. Cevabı henüz bulamadım ama en azından bir iradenin akıl sağlığıma hâkim olmaya çalıştığından artık eminim. Neden mi bahsediyorum; tabii ki de devletin el koyduğu çiftliklerden!
Hayatımda ilk defa Freecell dışında bilgiyarda oynanan bir oyun oynadım. O kadar çok yazıldı çizildi ki hakkında, o kadar çok müptelası var ki, merak ettim ve Facebook hesabım üzerinden, yardım maddesine sık sık tıklayarak ben de bilgisayar ekranında bir çiftlik sahibi oldum. Beceremedim hiç ürün almayı ama, ne ektiysem çürüdü gitti. Lakin fena da bir oyun değildi hani. Arada domatesler, vişne ağaçları, buğday, inekler, domuzlar gibi şeyleri düşünmeme, ‘hıyarlardan’ ve ‘öküzlerden’ bozulan kafamı dağıtmama yarıyordu. Çok manalı mı? Yok, sanmam. Değil hatta ama ne fark eder?!? Uzun zaman sonra bu sabah bir bakayım dedim ne oldu acaba benim enginarlar. (Burada uzun bir kahkaha atıyorum yazarken. Hatta gülmekten yazamıyorum) Önce, dün gece alerjiden ölmeyeyim diye aldığım yeni alerji hapımın kafa yaptığını düşündüm. Kendime kızdım, 'Claritine Claritine takıl, sana ne elalemin ilacından, tavsiye üzerine alerji hapı mı alınır' diye sinirlendim. Sonra Google’a yazdım: ‘Farmville’in Kapatılması’. Karşıma bir sürü dosya çıktı. İçlerinden birini, NTVMSNBC’nin haberini okumaya karar verdim. Hâlâ kendimden şüphe ediyor, ‘Kafam güzel hakikaten herhalde benim’ diyordum haberin üzerine tıklarken. Ama kafası güzel olan belli ki ben değilmişim. Bu idarî tedbir kararı doğruymuş. Sanal âlemde şikayetin tarım örgütlerinden veya Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’ndan geldiği yolunda iddialar dolaşıyormuş vs vs.
Bir sansür haberine kafam güzelken bile bu kadar güleceğimi hakikaten düşünemezdim. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’ndaki arkadaşlar ne kullanıyorsa ondan istiyorum. Bilen beri gelsin!

Fon Müziği: Laughter In A Time Of War - Chumbawamba

2 Ekim 2009

Silgi


a.
1. Kalem veya daktiloyla yazılmış, çizilmiş şeyleri silmeye yarayan, birleşiminde kauçuk olan nesne: “Tezgâhın ardındaki raflarda defter, kâğıt, kalem, silgi ve bir sürü hırdavat.” -O. Rifat.

2. Tebeşirle yazılmış şeyleri silmeye yarayan keçe, sünger veya kumaş parçaları.
3. hlk. Hamam takımı, havlu.

Güncel Türkçe Sözlük

Fon Müziği: Redemption Song - Johnny Cash ve Joe Strummer

29 Eylül 2009

Burası İstanbul



Üç - dört gündür, hasta olmak ve hasta olmamak arasında gidip geliyorum. Geceleri hastayım, öğlene doğru iyileşiyorum. ‘Hah, tamam geçti’ deyip kendimi sokağa atınca da eve hasta olmak üzere dönüyorum. Sedergine ve Redoxon ikilisidir beni sanırım ayakta tutan. Fiziksel olarak yani...
Bu sabah uyanamadım. E’nin telefonuyla uyandım aslında ama yataktan çıkamadım. Uzun süre yattığım yerden sokağın sesini dinledim. Yine Eylül ve yine tüm bir mahalle film seti. Hafta sonları, 'Aşk- ı Memnu’nun setinde fotoğraf çektirmek isteyenler yüzünden kazıklı yol tabir edilen cadde kilitleniyor. Hafta içi de mahallede çekilen diğer diziler yüzünden ara sokaklarda yürümek imkânsız.
Eskiden, yani ben çocukken çok fiyakalı bir mahalle idi burası. Evler güzel, insanlar güzel, sokaklar güzel. Şimdi bana kalırsa beter bir halde. Bir kere sokaklarda yürüyen insanlar değişti. Evlere girenler çıkanlar. Gündüzleri pek dolanmak istemiyorum sokaklarda. Sahilde bile. Zira dünyanın neresine gidersem gideyim görmek istemeyeceğim yüzler var civarda. Buranın yerlileri yaşlandı, kimileri göçtü. Bizim gibi direnen bir kaç aile dışında herkes yeni. Yeni ve İstanbullu değil. Sadece kökler açısından değil, İstanbul’a ait değiller işte. İstanbullu değiller. O kot firmasının sloganını ilk 90’ların başında mahallenin yaşlılarından duymuştum. Arada yere tüküren, oraya buraya çöp atanlara annem de söylerdi: ‘Burası İstanbul...’
Bir kaç sene önce ‘nerelisiniz’ sorusuna, ‘İstanbul’ dediğimde, ısrarla soran o adam geldi aklıma. ‘Yok, tamam da yani nerelisiniz? Hayır yani ailenizin memleketi neresi?’ ‘Ee İstanbul,’ deyip sonra saçma bir hırsla nüfus cüzdanımı çıkarıp ‘gördün mü köyümüzü’ diyerek nüfus cüzdanımı gösterip ‘Bak’ demiştim, ‘köyüm bir Boğaz semti. Merak ediyorsan söyleyeyim, hem de 1895’ten beri’. Sonra gülmüştüm kendime, neyin hırsı bu şimdi kızım sendeki diye.
Yattığım yerden sokak seslerini dinlerken, kulağıma en çok çarpan yine bu slogandı bugün. Yazanı tebrik etmek mi gerek acaba? Okuldan dönen çocukların hepsi bir ağızdan ‘burası İstanbul’ diye bağırıyorlar.
Burası İstanbul... ve galiba ben burayı eskisi kadar sevmiyorum artık...

Fon Müziği: It's Good to Know - A Weather

27 Eylül 2009

Boeterkoek


Ha yağdı ha yağacak yağmur. Gri her yer. En sevdiğim hali İstanbul’un. Yazın sıcakken tahammül edemiyorum bu şehire. İstanbul’a gri yakışıyor en çok bence. Kasvetli olması gerekmez ki grinin. Gayet de huzurlu olabilir gri. Tıpkı bugünkü gibi.
Sabah geç sayılabilecek bir saatte kalktım. Kendime güzel bir kahvaltı hazırladım. Kahvaltı ve gazete faslının ardından uzuncadır yapmadığım bir şey yaptım. Kek yaptım. Utrecht’te Domplein’deki o kitapçıdan aldığım yemek kitabına baka baka.
O sabah da hava böyleydi. Griydi. M ve L ile Pazar keyfi yapmaya karar vermiştik. Güzel bir kahvaltının ardından, şehrin sokaklarında dolanıyorduk. Biraz üşümüştük. Bahsettiğim kitapçıya girmiştik. Sevimli bir sahibesi vardı. Sanırım 50’li yaşlarının sonundaydı. ‘Size ne iyi gelir biliyor musunuz’ demişti, elindeki kitabı bana uzatarak, ‘Bu kitap. Eve gidip kek yapın, güzel de bir kahve. İnanın çok iyi gelecek’. L gülmüştü, ‘Tanıdığım kadarıyla kek yapacak bir kadın değil o’ demişti. (Sadece 10 gündür tanıyorduk oysa o zaman birbirimizi) M itiraz etmişti. ‘Kek de yapar yemek de. Hiç görmedim ama yapar bence’ demişti.
Öyle sevimliydi ki kitapçı kadın, ikna oldum. ‘Tamam,’ dedim, ‘Söz İstanbul’a dönünce bir kek yapacağım. Ben bu kitabı alayım’. ‘Aa dedi İstanbul, aşığım ben o kente! Ne olur İstanbul’da bir Hollanda keki yapın, benim için. Bana da haber verin ki, ben de bu keyfi paylaşayım’.
Fırından biraz önce aldığım Boeterkoek’i masanın üzerine koyar koymaz aklıma geldi, kitapçı kadına bir e-mail yazdım: ‘Gri bir İstanbul gününde, kek yaptım. Tadına henüz bakmadım ama iyi geldi. Teşekkür ederim.’



Malzemeler:

• 2/3 fincan tereyağı
• 1 fincan şeker
• 1 1/2 kaşık badem aroması
• 1 yumurta (çırpılmış, bir çay kaşığı kadarını ayırın)
• 1 1/2 fincan un
• 2 çay kaşığı kabartma tozu
• Üzerini süslemek için taze badem (isteğe bağlı)

Hazırlanışı:


Orta boy bir kasede tereyağı, şekeri ve badem aromasını karıştırın. Çırpılmış yumurtayı ekleyin. Unu ve kabartma tozunu eledikten sonra kaba ekleyin. Hazırladığınız kek hamurunu tepsiye koyun. Daha önce ayırdığınız bir çay kaşığı yumurtayı, suyla karıştırıp kek hamurunun üstüne sürün. İsterseniz üzerine taze badem ekleyin. 350° ‘de 25 – 30 dakika pişirin. Çok kabarmayan, dışı sert, içi yumuşak bir kek bu. Boşuna kabarmasını beklemeyin.


Fon Müziği: Gelem Gelem - Suzan Kardeş

24 Eylül 2009

Gece


Uyku attı,
Beni düşe,
Seni gördüm düşümde.
Hemen aldım gözlerimi,
Ellerimin yerine koydum.
Hani sen dinledikçe,
Susar ya gece,
Ben de öyle sustum,
Sustum...
Gece oldum...

© Zizania

Fon Müziği:
Boat Behind - Kings of Convenience

16 Eylül 2009

Hiza


Aynı hizada değilse,
Seninle gözlerimiz,
Kirpiğimizden düşüp,
Dilimize değeni,
Nasıl göreceğiz?

© Zizania

Fon Müziği:
- Past All Concerns - Barzin

11 Eylül 2009

11092009



Bomboş plaj. Hakikaten. Bir deli köpek var - sürekli denizi ısırmaya çalışan - bir de ben. Yüzüyorum, yüzüyorum, yüzüyorum...
Mahalle de bomboş. Otellerin, restoranların sahipleri tüm gün sahildeki çay bahçelerinde okeye dönüyor. Herkes aynı şeyden bahsediyor; Ramazan. ‘Kim ki bu Ramazan’ dedi Almanlardan biri, sonra kendisi de gülmeye başladı, ‘Jaaa, siz Ramadan diyorsunuz yani’. Saatlerce güldüm.
İçimden yazmak filan gelmiyor. Hiç istemiyor canım. Göreve dönüşen rutin sevişmeler gibi. Benzetmem de tuhaf oldu şimdi. Gazeteye bir yazı yazdım, bir de radyonun sitesine ama onu henüz düzeltmedim. O kadar gelmiyor ki içimden, o kadar... Elimde bir de çeviri varken kelimelere bu mesafeli duruşum hiç akıl kârı değil.
Şu sıralar göçmen kuşları izleyebiliyorum saatlerce ya da sahilde oturup balık atlayacak mı diye bekliyorum. Bisiklete binip hiç olmayacak bir yerde durup uzakları seyrediyorum. Bir de bu şarkıyı dinliyorum... 7 Temmuz’du galiba. Sene 2003. Kırmızı etekler uçuşuyordu. Hafızam beni yanıltmıyorsa, bir de o gece konser sonrası hafiften yağmur yağmıştı. Sanki...
Fon Müziği: Elisa - Jane Birkin

10 Eylül 2009

Dönmek


Dönmek, -er
(nsz)
1. Kendi ekseni üzerinde veya başka bir şeyin dolayında hareket etmek: “İçeride anahtarın acı bir gıcırtısıyla döndüğünü duydum.” -Y. Z. Ortaç.
2. (-den, -e) Geri gelmek, geri gitmek: “Ertesi gün aynı yoldan Bodrum'a döndük.” -Halikarnas Balıkçısı.
3. (-e) Yönelmek: “Babam birdenbire bana döndü.” -S. F. Abasıyanık.
4. (-i) Sapmak: “Gülümseyerek bir köşeyi döndü.” -P. Safa.
5. (-e) Bir şeyi andıracak duruma girmek, benzemek: “Dikmen yolları, mabede adak için gidenlerin yollarına dönmüştü.” -A. Gündüz.
6. Sınıfta kalmak: Çocuk çalışmazsa bu yıl döner.
7. (-e) Durumdan duruma geçmek, değişmek, olduğundan daha değişik bir durum almak, benzemek: “Erkekler tekaüt olunca çocuğa dönüyorlar.” -R. N. Güntekin.
8. (-de) Belirli bir yerde dolaşmak.
9. (-de) Kendini bir yandan bir yana çevirmek: Yatağında sabaha kadar dönüp durdu.
10. Yönetilmek, düzene konulmak, çekip çevrilmek.
11. (-e) Söz konusu etmek, hatırlamak: “Biz yine onun gençliğine, lise öğretmeni olduğu zamana dönelim.” -H. Taner.
12. (-e) Bırakılan bir konu veya işe başlamak.
13. mec. Hileyle, gizlice yapılmak: “Burada bir şeyler oluyor, bir şeyler dönüyor ama anlayamıyorum.” -R. H. Karay.
14. din b. İnanç, din veya düşüncesini değiştirmek: “... annesinin İtalyan Yahudisiyken döndüğünü söylemişti.” -Ö. Seyfettin.

Güncel Türkçe Sözlük



‘Daha yaz bitmedi ki. Ben döndüm. Bir kere daha döndüm. Yüzmeye gidiyorum’ dedim. Kapandı telefon. 'Nereye döndün' diyordu sanırım en son.
‘Nereye döndüm hakikaten ben’ diye düşüne düşüne kaç kulaç attım acaba? Sudan çıktığımda üşüdüm. Sudan çıktığımda üşüdüm bir de.
...Öyle büyük laflar etmeyi sevmem. İddialı olmak komik gelir bana. Bazen televizyonda ağızlarından köpükler saça saça konuşurlar ya, en doğrusu, en iyisi benim diye hani. Onlara gülerim. Bir de sanatçı ruhlu olduklarını söyleyenlere gülerim. Katıla katıla. Gülerim ben hep onlara. Ha ruhum mu? Bildiğin ruh işte benim ruhum dediğim...
Ben döndüm. Kendime. Döndüğüme sevindim.


Fon Müziği: See You When You Get Here - Lisa Mitchell

5 Eylül 2009

Kahvaltı


kahvaltı, -yı
a.
1. Genellikle sabahları yenilen hafif yemek: “Sabah kahvaltısından sonra otelimden çıktım.” -A. Haşim.
2. Bu biçimde düzenlenmiş yemek: “Bu sabah kahvaltı sofrasında üç kişiyiz.” -Y. Z. Ortaç.

Güncel Türkçe Sözlük

Fon Müziği:
More Than This - Bryan Ferry

23 Ağustos 2009

23082009


''Alle kunsten leveren een bijdrage aan de grootste kunst van alle; levenskunst / de kunst het leven te leven.''
Bertolt Brecht

10 Ağustos 2009

1 Ağustos 2009

31072009


Caffè latte / Wilhelmina Park / The Doors

Fon Müziği: Break on Through - The Doors

24 Temmuz 2009

Tırmık


tırmık, -ğı

1. Tırnak beresi: “Yüzünde tırmıklar vardı.” -P. Safa.
2. Kabartılmış toprağın taşını, çöpünü ayıklamak için kullanılan seyrek dişli, tarak biçiminde araç.

Güncel Türkçe Sözlük

22 Temmuz 2009

Aynı Şarkılar...


Elimde anten, barın çatısında bir o yana bir bu yana koşuştururken, üst balkondan yanıma atlayan Skype – 5 yaşında bir Boxer köpek – bir anda pareoma davranınca ortaya çıkan görüntü ilginç olmalı ki, karşıdaki parkta duran Alman turistler bol bol fotoğrafımı çekti. ‘Gece gece üzerinde bikini, damda elinde anten bir o yana bir bu yana koşturan birinin nesi ilginç ki’ diye bağırdı onlara bizim Alman. Yani T.
Denizden geç dönmüştüm, bir uğrayayım dedim. Hepsi kapılarda karşıladı beni. Barın çatısı onarıldığından, hiçbiri çatıya çıkamamış. S’i ve J’u da çatıya çıkarmaya korkmuşlar. Ya düşerselermiş. ‘Hadi Zizania, hadi sen yaparsın bu işi’ diye beni görür görmez üzerime atladılar. ‘Bu kaçıncı biranız sizin’ derken, daha soru işaretine gelmemişken, kendimi İ’nin omuzlarında buldum. Sonra da barın çatısında.
Bir saat filan debelendim çatıda. Civardaki komşular, köşedeki marketin sahibi, hepsi aşağıda, ben çatıda. ‘Sağa çevir, biraz daha sağa, sola, sola, dur orada!’ Tüm bunlar olurken bol tükürüklü Skype bacaklarımın arasında.
Hepsi ama hepsi Deep Purple uğruna...
İstanbul’daki konserden önce rivayete göre, Kıbrıs televizyonlarından birinde bir Deep Purple belgeseli yayınlanacakmış. Seyretmek lazımmış. Anten bozukmuş, çatı çökermiş. Bir tek benim cüssemde bir yetişkin bu işi halledermiş vs vs....
Sonunda kanalı bulduk lakin elektrikler gitti. Mum ışığında çatıdan inerken ben, M çoktan eve koşmuş, eski Deep Purple kasetlerini ve Sony kasetçalarını almış, gelmişti bile. Eski ekip – bir iki eksikle birlikte – bundan 20 sene önce olduğu gibi sahile indik yine. Bin kilometre uzağımızdaki konseri izleyemedik ama kendimize bir Deep Purple ziyafeti çektik. Uzandık nemlenmiş şezlonglara, Child in Time, Speed King, Smoke on the Water, Highway Star dinledik.
Yıldızları seyrettik. Eski günleri yâd ettik. ‘Ne şanslıyız’ dedik, ‘20 sene sonra aynı sahilde Deep Purple dinliyoruz yine hep birlikte’.
‘Teybin pili bitene dek,’ dedi A,’ bitene dek gitmeyelim bara ya da evlere’. Tam o sırada köşedeki marketin sahibi H ağbi çıkageldi, elinde kocaman kocaman pillerle; ‘Alın bunları çocuklar, bira isterseniz getiririm. Siz hiç gitmeyin bu sahilden başka bir yere...’
Ne çaldılar konserde, 1997 konseri için geldiklerinde düzenlenen basın toplantısında çapkın çapkın beni kesen Ian Gillan yaşlanmış mıydı? Merak etmiyorum hiç.
Hep beraber yaş alıyoruz, ne şahane! Üstelik sevdiğimiz şarkılar eşliğinde.
Şehirde olsam konsere giderdim büyük ihtimalle ama dün geceki kadar iyi vakit geçirebileceğimi sanmam.
Düşündüm de aynı şarkıları aynı nedenlerle sevdiğin insanlardan daha değerli neye sahip olabilirsin ki şu ahir ömründe?...