25 Ocak 2009

Sabah



sabah - Ar.is. (saba:hı)
1. Sabah ezanı. 2. Sabah namazı: Sabahı kıldım. 3. zf. Sabahleyin. 4. zf. Güneşin doğduğu andan öğleye kadar geçen zaman: Bütün ev işlerini sabah bitirdim.

TDK


Bir iki saat daha uyusam olurdu aslında. Ama erkenden uyandım. Mükellef bir kahvaltı ettim, kendime damla sakızlı türk kahvesi yaptım, televizyonun karşısına kuruldum.
Sokak sessiz. Sokak uykuda.

Sonra bir baktım, sabahın bu saatinde tek uyanık olan ben değilim. Panjura tünemiş, kafasını bir sola - denize - çeviriyor, bir sağa, evlere bakıyor. Sonra arkasına dönüyor aniden. Göz göze geliyoruz. Kumru. Sevimli kuşlardan.
Yağmur başladı. Hep arkasına dönüyor artık, hep bana bakıyor. Acaba ‘beni içeri al mı’ diyor.

Kahvem bitene kadar o pencerenin dışında, ben pencerenin ardında oturduk. Giyindim ve evden çıktım. Yokuştan aşağı inerken kafamı kaldırdım, pencereye baktım. Orada. Sanki bana bakıyor, beni uğurluyor. Kumru. Sevimli kuşlardan...

Bütün gün içimden tek bir şarkı söyledim. Ben tüm bu şarkıların sözlerini nasıl öğrendim?...

Fon Müziği: When Doves Cry - Prince

19 Ocak 2009

Mor Patlıcan


Yatağa nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Tek hatırladığım çok üşüdüğüm. Bir de kendime devamlı ‘sus, sus, konuşma’ diye telkinde bulunduğum.
Bir ara sanki bir rüya gördüm. Büyük bir mutfakta, çelikten bir tezgahın üzerinde yatıyordum. Hemen yanı başımda sebzelerin saklandığı kocaman bir oda vardı. Hatırladığım tek sebze patlıcan. Mordu patlıcanlar. Mosmor.
‘Pink Floyd mu, The Beatles mı diye sormuşlardı. ‘Bob Dylan yok mu?’ dediğimde gülmüştü içlerinden biri. Benim en sevdiğim.
‘Hazır üzerimde çalışıyorken bir de hafızamı silsen ya’ demiştim iki gün önce ona. ‘Olur,’demişti, ‘Sen hatırlamak istemediklerini bir kağıda yaz, getir.’
Herkes sussun istiyordum, kendim de dahil. Gülümsemek içimden gelmediğinden, kimseyi görmek de istemiyordum. Lakin mecburdum.
‘Beni yalnız bırakın’ desem çok film repliği gibi olacaktı, gerek yoktu. Ama tek istediğim buydu.
Konuşmayalım, birbirimize hiç söz söylemeyelim. Ben söylemeden de anlatabilirim, eminim.
Dışarıda hava puslu. Oda sıcak. Hatta çok sıcak, kısacık askılı bir gecelik bile fazla geliyor. Çırılçıplak olmak istiyorum. Tenime hiçbir şey değmesin. Mümkün değil. Gelip gidenler var. Odaya girenler, çıkanlar.
Uyudum. Uyumadığım zamanlar da uyuyormuş gibi yaptım.
Akşama doğru, ‘Kendimi de mi sildim yanlışlıkla yoksa’ diye girdi odaya, elinde bir sürü dosya. Üzerini değiştirmişti. Belli ki bu steril duvarların ardına çıkacaktı birazdan. Sokaklarda insanların arasına karışacaktı. Dönüp dönüp bakarlardı ona şimdi kesin kadınlar. Güzel gözüküyordu. Güzel kokuyordu. Hem de çok.
Bir tek onunla konuşmak istiyordum. İçimden gelerek gülümsedim; ‘Yok, seni hatırlıyorum. Ama keşke The Beatles dinlediğin bilgisini silseydin.’
Güldü yine. Ya da ben güldüğünü sandım. Tam hatırlamıyorum.
Başucumdaki koltuğa oturdu. Uzun cümleler kurmadan anlattı durumu. Anladım. ‘Seninle bir akşam sinemaya gidelim mi’ dedi.
Cevap vermedim. Uzun uzun yüzüne baktım. Korktum. Ya omuzuna başımı koymak istersem diye korktum. Ya istersem...
Çok korktum. Sustum.

Fon Müziği: If You Want Me - Glen Hansard & Marketa Irglova

İsrail İşgal Kuvvetlerinden Filistin Halkına, Sevgiyle!






Gazze halkına, İsrail işgal kuvvetleri tarafından dağıtılan bu el ilanları, aslında olan biten her şeyi net bir şekilde anlatıyor.
Ne mi yazıyor el ilanlarında?
Ya evlerinizi terk edip bizimle işbirliğine gidersiniz ya da katledilirsiniz. Ekliyorlar bir de; 'Sadece bir telefon uzağınızdayız, arayın, ihbar edin, sizi kurtaralım.'

Moments of Gaza

14 Ocak 2009

Havada Bulut*



Kışları sokağa çıkmayı sevmiyorum. Soğuk. Soğuğu sevmiyorum. Ellerim, ayaklarım ve burnum üşüyor. Sık sık sokağa çıkmaktan imtina etmemin yegâne nedeni budur.

Boş boş konuşan insanları sevmiyorum. Hatta sanırım konuşan insanları sevmiyorum. Bilmeyince susmalı.

İnsan yaralanınca, biraz kendi kendine kalmalı. Kendi kendine yaralarını sarmalı. Dinlemeli kendini, dönüp dönüp aynaya bakmalı. Kendinden kaçmamayı, yaşamamak, ‘devam edememek’ sananlar imha edilmeli. Zira düpedüz düzler işte onlar.

Yalnız kalmak korkulacak bir şey değildir herkes için. Şahsen ben manasız insanlarla olacağıma tek başıma olmayı tercih ederim. Hatta yalnızlığımı pek bir severim. Yalnız kalmaktan korkanlar yalnızlığını sevenleri anlamazlar. Anlamadıklarını ise hiç anlamazlar. Acınası durumdalar.

Hayatında bir erkek olduğu sürece kendini değerli sanan kadınlar en tahammül edemediğim. Çünkü insana rahat da vermez bunlar. İlla biriyle seni baş göz edecek, çiftleştirecekler. Anlamadıkları; bazı kadınlar hayatlarında bir erkek olmasa da sever kendisini. Bilirler. Birinin sevgilisi olmak istediklerilerinde, onlar eve hiç elleri boş dönmezler.

Bazen hayatta başka dertleri de olur insanın. Tek dertleri kırık aşk hikâyeleri değildir. Aşkın kırılmasına üzülmek de normal bir şeydir anormal değil. Ama bazen bazı dertler olur hayatında, kırılan aşk hiç gelmez aklına. O da hayatın eksi hanesinde durur kendi başına. Ne sen ona ilişirsin, ne o sana. Bazen başka dertleri olur insanların, kapı kapı gezip anlatmazlar. Susarlar. Onlar zaten pek anlatmazlar. Daha çok kendilerine saklarlar.

Şömizli kitapları hiç okumamış çocuklardır yalnız kalmaktan korkanlar. FM bandını tanımazlar. Aynaya pek bakmazlar. Baktıklarındaysa gördüklerinden hoşlanmazlar. Kütüphanesinde hâlâ şömizli kitaplar olanlar da vardır bu dünyada, radyo dinleyenler, film izleyenler, aynaya bakınca her şeye rağmen ‘hiç de fena değilim be’ diyenler. Yalnızlıklarını sevenler.

Yalnızlıklarını sevenler, günün ortasında işten çıkıp soğuğa rağmen tek başlarına vapura biner, Burgazada’ya giderler mesela. Bir kahve içip, sokaklarda görmek için yürüyüp evlerine dönerler. Bulutları seyrederler. İşte o zaman onlar hiç ama hiç üşümezler.

Hem bulutlar güzeldir. Güneşi sonraya saklar, kıymet bilirler.

*Havada Bulut – Sait Faik Abasıyanık

Fon Müziği: Güneşimden Kaç – Bulutsuzluk Özlemi

9 Ocak 2009

Beyaz Saçlı Mick Jagger


‘Buluşalım mı,’ dedim, ‘Niye ki?’ dedi. Böyle biri kendisi. ‘Ne demek niye ki, görüşelim işte, iki yıl oldu, özledim,’ deyince, ‘İki yıl sonra buluşalım, daha çok özlersin’ dedi. Sinir etti beni.
Sonunda derdini anladım, iki yıldır ben onu neden hiç aramamışım, neden hiç oraya (Beyoğlu) gitmiyor muşum vs vs. Yani son derece duymaya alışık olduğum sitemlerdi. Duymaya çok alışık olduğumdan, ilk zamanların ezik kötü arkadaş psikolojisi yerini artık arsız insana bıraktı. Tabiri caizse kaşarlandım.
Biri, birbiri ardına sitemleri saydırmaya başlayınca ya direkt saldırıyorum ‘Ya sen?!?’ diye ya da işi derhal maymunluğa vuruyorum. Maymun bir insan olmadığımı bilen karşı taraf sinirlenip; ‘tamam ya, ne zaman, saat kaçta?’ diye sözümü orta yerinden balla kesiyor. Buluşuyoruz. İşlem tamam.
Bu sefer, şu sıralar sevgi kelebekliğinde Jane Birkin’i aratmadığımdan yekten; ‘Çok özledim işte’ dedim. Peşine de ‘Uzatma ya’ diye ekledim. Şanım yürüsün. Ne yapayım, Jane Birkin olmayı kendime yediremedim. Telefonun öteki ucundaki ‘tamam’ dedi. Demiştim, sinir biri. İnsan ‘ben de seni’ filan der nezaketen, nerdeeee?
Buluştuk. Bir insanın kafasında kaç saç teli vardır? O tellerin hepsi nasıl beyazlar? Bütün bunlar iki senede nasıl olur?
Eskiden Mick Jagger’a benzerdi kendisi. Beyoğlu’na yolu düşen kızların yarıdan fazlası kendisine hastaydı. Öyle böyle değil... Bir keresinde durup dururken bir kız üzerime saldırmıştı, ‘Bırak onu, o benim’ nidalarıyla. Tek suçum iki gece üst üste yanında sokakta yürümekti. Hiç hasta olmadım kendisine. Yani olmadım, evet. Mick Jagger’a hastayım ayrı ama ona hasta olmadım hiç.
İçime kurt düştü, 'ben sana aşık olmadım di mi hiç’ diye sordum. ‘Yook ya, ukala! Olmadın tabii’ dedi. Çok güldük.
Beraber eğlenirdik onu hatırlıyorum. Ertesi gün hatırlamadığımız kadar içer, mekânlarda uygunsuz şekilde dans eder, güler güler ve hep gülerdik. Haa bir de provoke ederdik. Sınırlarını zorlardık insanların. Bakardık mevzu uzayacak, işin sonu şiddete varacak, anında olay mahalini terk ederdik.
Onun yanında kendimi hep güvende hissederdim, ona buna kafa tutardım. O birisine kafa tutarken de bizzat sinir kadın kontenjanından yanında olurdum. Herkes kaçarken ben yanında dururdum. Belayı severdim mi ne sanki? Hımm, evet severdim. İşin fenası sanırım hâlâ da sevmekteyim.
Eskiden olsa beraber gittiğimiz bir yerde kesinlikle bir arıza çıkarırdık. Ya yan masadakiler rahatsız olurdu ya da kıl garsonu, biz iyice bir kıl ederdik. Bu sefer edebimizle oturduk. Saat 2’ydi buluştuğumuzda, garson ‘biz artık kapatıcaz da’ diyene kadar oradaydık.
Saate baktım tam 11 saattir aynı yerde oturuyormuşuz. Garson uyarmasa belki bir 11saat daha otururduk. Nelerden konuşmadık ki. Her şeyden. Daha çok da ben anlattım, o dinledi. Hep dinlerdi.
‘Hiç iyi bakmadın ki sen kendine, üzdün kendini’ dedi. Bunu bir kaç kere tekrar etti. Haklıydı belki de. Kol saati takmadığım zamanlardı. Aklıma gelmezdi. O zamanlar 'sağlık olsun' lafı mesela bana pek bir saçma gelirdi.
Dışarı çıktık. Meydana doğru yürüdük. Üşüdüğümü görünce sarıldı. ‘Aman ha,' dedim, 'hayranlarının saldırısına uğramayalım. Hiç uğraşamam’. Gülümsedi. ‘Sen üşüme de’ dedi.
Taksiye binerken dönüp bir daha baktım yüzüne; ‘Oğlum, beyaz saçlı Mick Jagger olmaz ki!’ dedim. Kahkahayı patlattı; ‘İçki ve sigara içmeyen Marianne Faithfull da. Ne yapalım artık böyle...’

Fon Müziği: As Tears Go By - Marianne Faithfull

5 Ocak 2009

Düşe Kalka



2008 pek şahane bir sene değildi açıkçası. Listeyecek olsam bir sürü fena şey yazarım da artık fenalıklardan fenalık geçirmek üzereyim.
Geçen koca yılda başıma gelen en güzel iki şey, bisikletle tanışmam ve Lübnan'a gitmemdi. Bu seneye dair önümde uzun seneler olursa, sadece bu ikisini hatırlamaya karar verdim.
Bağışıklık sistemimin komplosuna kurban gittim. Sıradan bir grip bile beni yerden yere vuruyor.
Halen yerdeyim. Kalkınca bisiklete bineceğim, bol bol seyahat edeceğim ve Her Hakkı Mahfuzdur'la ilgileneceğim.
Şimdilik belki uzun, belki kısa bir ara. Yani mola...

Fon Müziği: Joshua Radin