20 Ekim 2009

20102009





Palamut / Roka / Parizyen / Kağıtlar, Kağıtlar, Kağıtlar / Bon Iver



Fon Müziği:
For Emma - Bon Iver

19 Ekim 2009

18102009



Tuhaf tuhaf şeyler yapar oldum. Hoşuma da gitmiyor değil tuhaflığım. İçim enteresan şekilde rahatlıyor, yaptığım her tuhaflığın ardından. Bana kalırsa aslında tuhaf da değil yaptıklarım, ne yalan söyleyeyim.
Bugün 'Ken Loach filmlerinden hiç hoşlanmam' diyen birini masada bıraktım. Kalktım, gittim. Çakmağımı, sigaramı aldım, onu bıraktım. Vicdanım rahat, kafam dingin. Ken Loach sevmeyen, beni de sevmesin!...
Şahane bir gol yedim geçen hafta bir 'arkadaş'tan. Halk arasında 'dost kazığı' denilen türden. Sarsılmasına sarsıldım tabii. Bir kaç gece uykusuz kaldım. Sormadım ama ilk fırsatta soracağım. Golü atan kuvvetle muhtemel Ken Loach'u tanımıyor ya da sevmiyordur diye düşünmekteyim. Dolayısıyla arkadaşım filan da olamaz aslında.
Güne sabah 6'da başlayıp gece 2'den önce yatmayı beceremiyorsa insan, gafil avlanıyor işte böyle. Oluyor, Ken Loach sevmeyenler de oluyor. Elinden kazık atmaktan başka bir şey gelmeyenler de. Oluyor işte...

13 Ekim 2009

Bazı Notlar ...




• Esen Lodos, pastırma yazının vedası gibi. Belli ki bugün yarın yağmur yağacak. Eylül’ü severdim eskiden. Bir tülbente sarılmış gibi geçerdi o zamanlarda günler. Eylül’ün tülbenti yumuşatırdı görüntüyü. Belli belirsiz yağan yağmurlar törpülerdi günlerin çapağını, yıkardı kirini. Eylül’ü sevmekten vazgeçmemle, Beyoğlu’nu sevmekten vazgeçmem aynı günlere denk geliyor, ne tuhaf. Önce Eylül’den vazgeçtim sanırım. Sonra Beyoğlu’ndan. Bir – iki sene önceydi. Caddede gördüğüm her yüzde umutsuzluk ve hayalkırıklığı okumaya başlamıştım. Herkes mutsuzdu. Mutluymuş gibi yapanlar vardı. Ama yalandı gülümsemeleri. Sanki hiç yazamadıkları bir hikâyeleri vardı. Kendilerini yazmışlardı ya da. Nasıl görünmek istiyorlarsa, hamurlarında olmasa da öyle oluyorlardı sokaklarda, insanların arasında. Yüksek sesle gülmek, kahkaha atmak nedense bu caddede ve bu coğrafyada yaşayanlarda sakil duruyordu. O zaman öyle düşünüyordum. Şimdi düşünmüyorum. Toptan düşünmüyorum yani. Zira Beyoğlu’na pek çıkmıyorum. Galata’daki doktoruma gitmek için bile. Galata Kulesi’ni hâlâ çok seviyorum. Çok hem de. Kaç kare fotoğrafını çektim. Bir kısmı evdeki masanın, bir kısmı okuldaki masamın karşısındaki duvarda asılı. Galata’yı sevmekten vazgeçmeden gitmeli buralardan. Kentten ona kırgın ayrılmak vedaların en mahsunu olurdu. Rumelihisarı bile canımı Galata kadar yakamazdı.

• Herkesin konuştuğu bir roman vardı. Aldım. Okudum. 237 sayfayı bir günde okudum. Kolay okunan kitapların iyi kitaplar olduğuna dair bir kanı sirayet etti insanlara son yıllarda. Gazetelerin kitap ekleri sorumlusu. Oysa bir kitabın kolay okunmasından kastedilen şey, olsa olsa kurgusunun saat gibi işlemesi anlamına gelebilir edebiyat eleştirisinde. Bomboş olduğundan kolay okunan kitaplar için başka bir şey denir. Kimsenin emeğine saygısızlık etmek istemem ama eğer kurgunun ana kurallarından bihaberse, bir roman yazmamalı insan. Ya da yazdığının romandan başka bir adı olmalı. Günlük mesela? Ya da Notlar?... Başkasını sevmek de öyle o kadar kolay olmamalı. Haysiyeti olmalı sevmek dediğin şeyin. İnsan doğasına dair postmodern çoğu teori aynı zamanda gayet de gayriinsanî değil mi?

• Dillerin en içlisi İspanyolca. Sözünü anlasanız da anlamasanız da İspanyolca şarkıların hepsi insanı başka bir yerinden yakalıyor. En kırılgan yerinden. Saatlerce dinlediğim şarkıları, aynı nedenlerle seven kim varsa etrafımda onlara müteşekkirim.

• Stor perdeler bende ev hissi yaratmıyor. Yeni yıkanmış tül perdelerin kokusunun sinmediği ev, ev olamıyor. İkea mobilyalarla kurulu ikinci bir ev kurmaktan son anda vazgeçtim. Koçtaş’tan alınan bambu storlar sebebi.


• Denizi sevmeyen insanlarla anlaşamıyorum. Kötü yüzen ya da yüzemeyen insanlarla da. Bundan 4 - 5 sene önce Boyacıköy’de, gecenin bir yarısı, o zaman beraber olduğum adamla, sahilde oturuyorduk. Hemen yanımızdaki bankta çekirdek çitleyen bir aile vardı. Ailenin babası en küçük çocuğu kucağına almış, suya atmakla korkutuyordu. Biz ise büyülenmiş gibi izliyorduk denizi. Dolunay da vardı. O gece bir baba çocuğunu denizle korkutuyorsa, o çocuk büyüyünce ne olur acaba diye geçirmiştim aklımdan. Bugün öyle bir babanın oğluyla tanıştım. Nasıl da keskin, nasıl da katıydı. ‘Yüzme biliyor musun sen dedim?’ ‘Hayır,’ dedi, ‘Hiç de merak etmiyorum. Denizi sevmem ben.’ Moby Dick okuyordu. Okuyordu çünkü ödeviydi. Moby Dick okuyan ama denizi sevmeyen bu ‘oğul’dan belki 'baba' olacağını düşünmek fena geldi.

• Yeni mesai saatlerime alışamadım. Alışabileceğimi de düşünmüyorum. Tamamıyla değiştirmem gerek alışmam için, kendimi, yaşam biçimimi. Bu seneyi kazasız belasız atlatırsam galiba jübile yapacağım. Her sabah beni bekleyen bir sınıf dolusu insan olmasa, onlar benden öyle ya da böyle bir şey öğrenmeyi ummasa, sanırım sahaları bu yeni düzenleme ile çoktan terk ederdim.


Fon Müziği: Circle - Edie Brickell and the New Bohemians

10 Ekim 2009

İnsan Ama Büyük Harfle ...


Üniversiteye girmek için iki sınava girilen zamanlardı. Özal’ın hemen peşi sıra. İlk sınavda derece yapmıştım, annemin deyimiyle yanlışlıkla. İkinci sınava bir – iki ay kala evde ortam çok gergindi. Aklımda bir sürü, bir sürü fikir vardı. İç mimar olmak istiyordum ya da Sinema okumak. Edebiyat da olabilirdi, Sosyoloji de. Karar vermek zordu. Her gün biri bir şey diyordu. Avukat olan amcam, Hukuk okumam gerektiğini, Tünel’deki yazıhanesini bana devredeceğini, işimin hazır olduğunu söylüyordu. L.A Law diye bir dizi vardı o sırada televizyonlarda. Hukuk okumak da fena olmayabilirdi. İşletme profesörü olan babamın ne istediği belliydi ama açık açık söylemiyordu.
Babamla ilk büyük kavgamız İç Mimari ve Sinema tercihlerim yüzünden çıktı. Birbirimize girmiştik. ‘Bu ülkede...’ diye başlayan bir sürü cümle duydum ondan o sıralar, şimdi hatırlamadığım. Sosyoloji kararımda ise babam kelimenin tam anlamıyla delirmişti. ‘Tamam malzeme bol bu ülkede de – yine bu ülkede – ne iş yapacaksın? Kim ciddiye alıyor o araştırmaları?’
Sonunda ona upuzun bir mektup yazarak hayatıma karışmasını istemediğimi anlatmıştım. Tuhaf bir şekilde etkili olmuştu. Babam o günden sonra fikir beyan etmekten vazgeçmişti. Ressam olmak isterken kendini bankacı olarak bulan annem, ‘Canın ne istiyorsa onu okursun’ diyordu. Rahatlamıştım. Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünü kazandım. İyi bir üniversitede dört şahane yıl geçirdim. Ben eğer olduysam orada oldum.
‘İyi ki de edebiyat okumuşum’ derim demesine de bazen tuhaf geliyorum kendime. Öğrencilerimin yüzünde de görüyorum. ‘Bu kadının derdi ne acaba, neden bu yolu seçti’ diye bakıyorlar arada. Hatta bazen yekten soranlar bile oluyor. ‘Tek kariyer planım mutlu olmak’ diyorum o zaman onlara gülerek. Onlar da gülüyorlar benimle.
Aynı üniversitede ben Edebiyat okurken Sosyoloji okuyan yaşıtım biri, gazetede yazdığına göre bir iki gün önce arabasını Boğaz Köprüsü'nde bırakıp, ortadan kaybolmuştu. İntihar ettiğinden şüpheleniliyordu. Haberi okuyunca irkildim. Ankara’nın doğusunda çok kadın intihar ediyordu hep ‘bu ülkede’ ama bu başkaydı. ‘Çok acı var’ yazıyordu arabasında bulunan notta, ‘Çok acı var’... Namus cinayetleri üzerine kitaplar yazan bir kadındı bu notu yazan. ‘Çok acı var’... Sosyoloji okumuştu. Okumuştu. Bir üniversitede çalışıyordu. Öğrencileri vardı. Çok acı vardı...
Kelimelerin etimolojik kökenleri, sesleri, heceleri, türleri, cümleler, diskur diye oturup saatlerce kafayı yorduğumda ya da öğrencilerimin yazdıklarını okurken, bazen aslında kaçtığımı düşünüyorum. Kelimelerin arasında, kelimeye dökülmeyen ve dökülemeyenlerden kaçtığımı, bir fildişi kuleye saklandığımı. ‘Çok acı var mı dışarıda’ diye sormuyorum bildiğim hiçbir dilde. Zira cevabı biliyorum. Sonra aklıma o öğrencim geliyor, Mardinli öğrencim. Kırık dökük İngilizcesi ile ‘I wants be HUMAN’ yazmıştı kağıdına bir keresinde. ‘Human’ yani insan ama büyük harfle...

Fon Müziği:
No Habra Nadie En El Mundo - Concha Buika

3 Ekim 2009

La Fontaine, Enginarlarım ve Sansür ....




Kelimelerin kifayetsiz kaldığı pek çok an yaşamışımdır. Yok yok, yaşadım diyeyim. Zira yaşadığımdan eminim. Ama o anların hiçbirinde bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Kırk yıl düşünsem bir sansür haberine bu kadar güleceğim aklıma gelmezdi. Kırk yıl düşünsem böyle bir sansür de aklıma gelmezdi. Hâlâ gülüyorum ve ben sanırım son nefesimi verene dek bu durum aklıma geldikçe güleceğim. Buna kargalar bile güler.
AİHM'e, ‘Ülkem akıl sağlığımla oynuyor, tehdit altındayım’ diye bir mektup göndereceğim, kesin kararımı verdim. Zaten bir kaç gündür La Fontaine (....Nasıl bir ses tonun var, ne söylesen masal gibi gelir La Fontaine’den.....) isimli bir pop şarkısının olduğu yerde benim ne işim var diye soruyordum kendime, iyi oldu bu sansür hikâyesi. Cevabı henüz bulamadım ama en azından bir iradenin akıl sağlığıma hâkim olmaya çalıştığından artık eminim. Neden mi bahsediyorum; tabii ki de devletin el koyduğu çiftliklerden!
Hayatımda ilk defa Freecell dışında bilgiyarda oynanan bir oyun oynadım. O kadar çok yazıldı çizildi ki hakkında, o kadar çok müptelası var ki, merak ettim ve Facebook hesabım üzerinden, yardım maddesine sık sık tıklayarak ben de bilgisayar ekranında bir çiftlik sahibi oldum. Beceremedim hiç ürün almayı ama, ne ektiysem çürüdü gitti. Lakin fena da bir oyun değildi hani. Arada domatesler, vişne ağaçları, buğday, inekler, domuzlar gibi şeyleri düşünmeme, ‘hıyarlardan’ ve ‘öküzlerden’ bozulan kafamı dağıtmama yarıyordu. Çok manalı mı? Yok, sanmam. Değil hatta ama ne fark eder?!? Uzun zaman sonra bu sabah bir bakayım dedim ne oldu acaba benim enginarlar. (Burada uzun bir kahkaha atıyorum yazarken. Hatta gülmekten yazamıyorum) Önce, dün gece alerjiden ölmeyeyim diye aldığım yeni alerji hapımın kafa yaptığını düşündüm. Kendime kızdım, 'Claritine Claritine takıl, sana ne elalemin ilacından, tavsiye üzerine alerji hapı mı alınır' diye sinirlendim. Sonra Google’a yazdım: ‘Farmville’in Kapatılması’. Karşıma bir sürü dosya çıktı. İçlerinden birini, NTVMSNBC’nin haberini okumaya karar verdim. Hâlâ kendimden şüphe ediyor, ‘Kafam güzel hakikaten herhalde benim’ diyordum haberin üzerine tıklarken. Ama kafası güzel olan belli ki ben değilmişim. Bu idarî tedbir kararı doğruymuş. Sanal âlemde şikayetin tarım örgütlerinden veya Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’ndan geldiği yolunda iddialar dolaşıyormuş vs vs.
Bir sansür haberine kafam güzelken bile bu kadar güleceğimi hakikaten düşünemezdim. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’ndaki arkadaşlar ne kullanıyorsa ondan istiyorum. Bilen beri gelsin!

Fon Müziği: Laughter In A Time Of War - Chumbawamba

2 Ekim 2009

Silgi


a.
1. Kalem veya daktiloyla yazılmış, çizilmiş şeyleri silmeye yarayan, birleşiminde kauçuk olan nesne: “Tezgâhın ardındaki raflarda defter, kâğıt, kalem, silgi ve bir sürü hırdavat.” -O. Rifat.

2. Tebeşirle yazılmış şeyleri silmeye yarayan keçe, sünger veya kumaş parçaları.
3. hlk. Hamam takımı, havlu.

Güncel Türkçe Sözlük

Fon Müziği: Redemption Song - Johnny Cash ve Joe Strummer