26 Aralık 2010

Simoom


Gözleriydi sanırım beni en kırılgan yerimden yakalayan. Sonra elimi tutuşu. Öyle sıkı tutmuştu ki elimi o gece, hiç bırakmasa itiraz etmezdim.
Annesinin karnından çıkmamıştı o. Dört günlüktü annesi ile tanıştığında. Cangılın ortasında, tek başına...
Bir kız çocuğum olsun isterdim. 30 yaşıma kadar hiç aklıma gelmemişti. Sonra biyolojik saat çaldı. Uyandım. Daha anlamlı ne olabilirdi ki hayatta?
Anlamlarıma anlam katacak biri çıkmadı karşıma. Anlamsızlara takıldım kaldım. Sonra zaten parçalandım. Kendimi parçalarımdan yeniden yaptım. Bazıları hâlâ eksik. İşte tam o zaman ‘zor’ dediler. Hatta imkânsız.
Bir kız çocuğum olsun isterdim.Bana benzemesini isterdim. Kendi hatalarımı onda temize çekmeden büyümesini izlemek isterdim. Mürekkebin kokusunu seven, inceliklere inanan, ruhuna, aklına ters geleni reddeden, müdanası olmayan bir kız çocuğu... İnsana inanan bir kız çocuğum olsun isterdim.
İsterdim olmadı. Sonrasında çocuklarla arama bir mesafe koydum. Düşünüp taşınıp değil, belki de beni korumak için benden bağımsız tavır aldı aklım. Ben sonradan fark ettim. Bilemedim.
Sevmesine sevdim kız çocuklarını yine ama hep uzaktan. Dokunmadım hiçbirine. Kucaklamadım. Kokularını içime çekmedim. Kız çocukları ile aramda bir bağ olsun istemedim.
Ama bu sefer direnemedim. Avucumun içindeki o küçük kara ele direnemedim. Adı aşk bunun, daha önce hiç böyle bir şey hissetmemiştim.
Onu uyurken izledim, oynarken, gülerken, yemek yerken. İzledim. Hep izledim. Annesine sarılışını izledim, annesinin ona bakışını...
‘‘Biliyor musun’’ dedi annesi beni uğurlarken, ‘‘Sordu bana. Okuldaki çocuklardan duymuş. ‘Anne ben de senin karnından mı çıktım’ dedi. Zorlanırım sanıyordum ama kendiliğinden döküldü sözler dudaklarımdan. Ona karnımdan çıkmadığını, onu çok istediğim için kalbimden çıktığını söyledim.’’
Her şeyin bir hikâyesi vardır hep, çoğu zaman biz bilmeden usul usul biten giden. İşte bu hikâye benim nicedir en sevdiğim...

Kasım 2010 / Chennai
Fon Müziği: Out of Time - Blur

16 Aralık 2010

Meyhane Baskısı


Manşette 'Yeni Bir Çift Göze İhtiyacım var' yazabilirdi pekâlâ. Fotoğraf olarak siyah güneş gözlüklerimle çekilmiş bir fotoğrafım kullanılabilir. Herhangi bir mahsuru yok. Tek şartım profilden olsun. Resim altında, adımın ve soyadımın yanında parantez içinde 36 yazardı. Yaşım. Mühim ya hani.
Manşet altında bir takım başka lüzumsuzluklar. İkinci sayfada gri hücrelerle ilgili bir yazı olabilirdi. Yaşam sayfasında uykunun faydaları, uykusuzluğun zararları yazsa da olur. Üçüncü sayfada kadınların hemcinslerine duydukları kıskançlığa dair bir haber. Cinnetli filan. Sayfaya yakışır dozda bir cinnet olurdu yaşanan.
Ücretsiz olarak fon müziğinin CD'si verilebilir. Nasıl yalan! Gazeteler yapıyorlar ama bunu. Temsil ettikleri değerlere saldıran bir film veriyorlar mesela hafta sonları.
Sözüyle özü insanın neden bir olmaz?...
Costa Gavras'tan 'Z'... Hürriyet gazetesi bunu verebiliyorsa, bizim meyhane baskısı da Faith No More'dan 'Easy'nin CD'sini verebilir. Radikal gazetesi sanırım yakında Kuran-ı Kerim'in Türkçe İlmihali'ni verecek. Taraf ne yapar henüz kestiremedim. Komplo teorileri ile aram pek iyi değil. Evet evet, 'Easy' olabilir, Faith No More'dan.
Baskıya gitmeden önce Yaşam sayfasında ufak tefek değişiklikler de yapılabilir aslında. Mesela yeni yıl için hediye önerileri filan. İlan alacağımız kesin. Bir turizm acentasından olurdu o da. Tam sayfa bir Fas turu ilanı yakışır. Gidiyoruz ne de olsa.
Yılın bittiği doğru. Beni de bitirdi. Yılbaşı hediyesi aşamasına gelemedim, aklım sadece uykuda.
Günün özlü sözü: ''Kendim ettim, kendim buldum!''Bunu da sayfada bir yere sıkıştırmak lazım.
Şikayetçi miyim? Evet. Ama geçer. Her şey gibi...
Fon Müziği: Easy - Faith No More

2 Kasım 2010

Sabah


Sigaraların birini söndürüp diğerini yakınca, zamanın çoğaldığı, uzadığı filan yok. Yazmam gereken makaleyi yazmak için sahip olduğum zamandan daha fazlası gerek bana. İçtiğim sigaranın ve kahvenin yaptığım işe hiçbir faydası yok. Biliyorum.
Lüzumsuz insanlar, lüzumsuz sinir bozuklukları, lüzumsuz işler derken, belli oldu. Bu gece de sabaha kendiliğinden, ben aynı sandalye üzerinde otururken geçecek. Gece gece olmayacak yine, sabah da sabah. Hangi gün olduğunun da bir önemi kalmayacak. O gün ise belki. Ama o gün değil. O güne bir kaç paket sigara daha, bir kaç litre kahve daha var.
Vizemi aldım. En sevdiğim caddede, en sevdiğim kafede kahvemi içtim. En sevmediğim trafikte takıldım kaldım. En sevdiğim evime geldim. En sevdiğim yemeği yedim.
Anlamak öyle mühim ki. Anlayamayanlara şaşıyorum. Anlayamadan nasıl geçecek ömürleri? Anlayamadıklarını bile anlayamayanlar ne yapacak? Rahat mı onların içi? Oysa aşikâr her şey. Hem bazen göz de duyar, kulak da pekâlâ görür.

Fon Müziği:
Silence - PJ Harvey

9 Ekim 2010

Günlerden her gün...



''Neyim var ki benim? Bana anlatılan, benim anlattığım hikâyelerden başka? Bildiğim kadarıyla da, bu bahsettiklerim şimdiye dek herhangi birinin kanatlanıp uçmasına filan sebep olmadı.''
Mario Vargas Llosa

Fon Müziği: Duymuştum Şehirdeydim - Kesmeşeker

6 Ekim 2010

Bok Mu Var?


Aynı anda hem öğrenen hem de öğreten olmak meşakkatli. Kendime mi haksızlık edeyim, onlara mı? Kendimden vazgeçmem güç. Bunca yıldan sonra imkânsız hatta. Her geçen yıl bencilleştiriyor insanı. Ya da beni. Benmerkezci yapıyor bildiğin. Merkezden kaçmak filan yalan.
Vazgeçemem.
Onlardan da vazgeçemem. Sorumluluk duygum beni yer bitirir. Huzurum olmaz. Sanki varmış gibi.
‘Derdi olmalı insanın dünyayla’ dedi. Eee, var. Hep vardı. Rahat edemedim bir türlü. Rahat da vermedim.
Derdim var. Derdim olduğu için bir sürü de işim. Kendime iş edindiklerim var. Mesela yarın, ‘Onlar’ diyenlere, ‘Onlar’ dediklerinde, aslında ne dediklerini anlatıp öğreteceğim. Ya da kafalarını iyice karıştırıp çıkıp gideceğim.
Peki bok mu var? Her sabah fünikülerde karşılaştığım adam sorunca, düşünmek zorunda kaldım tabii. Verecek cevap bulamayınca da hafiften sinirlendim.
‘Bok mu var, ne okuyorsun sabah sabah bunları?’ dedi. O dedi. İlk akademik kurulda ben de soracağım, ‘Bok mu var, ne diye uğraşıyoruz’ diyeceğim.
Fünikülerdeki adam bir de ‘Git, sevgilinin omuzunda uyu’ dedi. Ne güzel dedi. Sabah olsun diye dört gözle bekliyorum. Önce adını soracağım. Sonra ‘Bok mu var’ diyeceğim, ‘Hadi sen söyle bakalım, bok mu var?’

Fon Müziği: Funny Time of Year - Beths Gibbons and The Rustin Man

2 Ekim 2010

Vapur


Fr. vapeur
a. Su buharı gücüyle çalışan gemi: “Vapur saat birde hareket etti.” -A. Ağaoğlu.

Güncel Türkçe Sözlük

Fon Müziği:
Hold on to Yourself - Nick Cave and the Bad Seeds

29 Eylül 2010

21 Eylül 2010

Aimez-vous Brahms?


Evet, severim. Françoise Sagan’ı da severim. Küçük Prens'i de çok severim. Onlarla, daha küçücük bir kızken tanışmamı sağlayan amcamı da severdim. Eksi 1, - 1. Bugün yine eksildim.

Fon Müziği: Concerto Piano No.2 Adagio - Brahms

24 Ağustos 2010

Siyah


Sayılı gün çabuk geçer de, peki ya gerisi? Ağustos’un bitmesine 191 saat, 15 dakika var. Bitsin. Geri gelmesin.
Vedalarla dolu bu Ağustos’tan geriye şarkılar kalsın. Her dinlediğimde hatırlatan, içimi gidenlerin boşluğu ile değil sıcaklığı ile dolduran şarkılar...

Fon Müziği: Throw It Away - Abbey Lincoln

13 Temmuz 2010

Zviad'ın Z'si


Onun dediklerini duymadım. Ala normal şartlarda bile bana insanların kavga ettiği hissini veren bir dilde – Rusça - saydırdı durdu. Telefonun başında bekliyordum ben de ama Zviad’ın dediklerini duyamadım işte. Bununla kalsa iyi, onun yüzünden Zviad’ı bir daha göremedim de. Oysa sabah sınıra kadar gidecektik. Kim bilir neler anlatacaktı gene.
Dünyanın hiç tanımadığım bu coğrafyası hakkında kim bilir neler neler öğrenecektim. En azından bir veda ederdik birbirimize. Birbirimizi bir daha hiç görmeyeceğimizi bile bile.
Ala, kaltağın teki!
Zviad o akşam telefonda Ala’ya hiçbir şey dememiş de olabilir. Cadı karı, fırsat vermedi ki zaten. İlk günden beri Ala’yı sevmemiştim ben. ‘Her şey kontrolüm altında’ kadınlarından. Hani sesinin ölçüsü olmayan, mütemadiyen ‘O iş öyle değil böyle yapılır’ diyenlerden. Tahminimce eğer bir şey deme fırsatı olduysa, Zviad sadece ‘Siktir lan’ demiştir ona. Ben olsam öyle derdim. ‘Ee yeter be! Kapa çeneni!’ ya da ne kadar sıkıldığıma bağlı olarak ‘Siktir lan! Senle mi uğraşıcam?!’ da diyebilirdim. Evet, evet. Zviad da böyle demiş olabilir. Ama Ala hakikaten öyle bir insan. Yani insana siktir çektiren türden. Hatta daha da ileri gidip ağzının ortasına bir tane indirmek de isteyebilirsin. O Zviad’a saydırırken, benim gözümün önünden geçen sahne de buydu zaten. Ben bir tokat yapıştırıyordum Ala’nın suratına; ağzı bir tarafa, telefonun ahizesi diğer tarafa gidiyordu. Yapmadım elbette. Sakin olmayı geçen zaman içinde kendime rağmen öğrendim.
Dört gün önce tanışmıştım ikisiyle de. Ama dediğim gibi Ala’yı ilk gördüğüm an sevmemiştim. Zviad’ı sevdim. Arkadaş olabileceğimizden emindim. Karşılıklı votka yuvarlayabilirdik, o derece.
Tanıştığımız günün sabahı, Tina’nın annesinin beş santimden uzun el tırnakları ile yine aynı uzunluktaki ayak tırnaklarını temizleyerek hazırladığı kahvaltıyı yiyemezken, o evden çıkmamız gerektiğine karar vermiştik. Zaten geldiğimizden beri üzerimizdekilerle uyuyor, temiz kafe tuvaletlerinde ihtiyaç gideriyor ve sadece uyumaya Tina’nın evine gidiyorduk. ‘15 Euro’ya bu kadarı fazla’ diyerek, hiç açmadığımız çantalarımızı alıp kendimizi sokağa atmıştık edemediğimiz kahvaltının ardından. Plan yapmak gerekiyordu ama o kadar da çok zamanımız yoktu sanki. Elimizden düşürmediğimiz Lonely Planet’i açtık, ilk bulduğumuz otele gitmeye karar verdik. Barnov 32. Hotel Kartli.
Yağmur da en az bizim kadar hızlı karar vermiş, bulutlarından boşanıvermişti. Hadi şimdi bulabilirsen, taksi bul! Geçen ilk taksiyi durdurduk. Tam arka kapıyı açıp kendimi içeri atacakken, yol arkadaşım mâni oldu.Bu şehirde taksicilerle pazarlık etmek adetten diye başladı pazarlığa. ‘Ya,’ dedim, ‘Boş versene, binelim işte! Islanıyoruz.’ Vazgeçmedi. Fiyat 15 Lariden 7 Lariye indiğinde, ikimiz de sırılsıklamdık. Taksici kahkahalar atmaya başladığından pazarlık yapmaya mecali kalmamıştı tabii.
Otelin önünde tam durmasını beklemeden, indim taksiden, ‘Banyo yapmak istiyorumm’ diye bağırarak. Hemen resepsiyona daldık. Zviad karşıladı bizi. Karşıladı demek pek de doğru değil aslında. Sadece ‘Merhaba’ dedi. Gözü televizyondaki maçtaydı. Hatta suratımıza bakmadı desem yeri.
‘Kaç gece kalacaksınız’ diye sordu. ‘Bilmiyoruz’ dedik, ‘Yarın Ermenistan Konsolosluğu’na gidip vize başvurusunda bulunacağız, eğer hemen alırsak vizeyi, yarın gideriz. Alamazsak bir kaç gün daha buradayız'. Bir televizyona, bir de pasaportlarımıza bakıp, ‘Biraz zor,’ dedi, ‘Türk pasaportu, ben 3 gecelik rezervasyon yazıyorum'. Çekmeceden koca bir kağıt çıkardı. Ucu bıçakla açılmış Sovyet dönemimden kalma olduğundan şüphelendiğim kalemi ile, cetvelle kutulara ayrılmış koca bir kağıda benim soyadımı yazdı.
Yollarda öğrendiğim şeylerden biri de aklıma geleni hemen söylemek. ‘Sonradan bir sürü işle uğraşacağına bırak seni salak sansınlar’ı şiar edindim. ‘Ama ya gidersek, sonra benden rezervasyon parası filan almayın ha!’ dedim. Uzun bir ‘NO’ çekti. Aksanlı. ‘Banyo var mı odada’ diye sorunca da gülmeye başladı. Bu ülkedeki misyonumuz da insanları eğlendirmek demek ki diye geçirdim içimden. ‘Ne biçim sorular soruyorsun sen, tabii ki var.’ deyince hafiften bozuldum. ‘Ee sorarım, ne var? Stalin döneminden beri temizlenmeyen bir banyonun olduğu bir pansiyondan geliyorum. Hem sağlamcıyım ben’ deyince, kahkayı patlattı; ‘Komünizm için de öyle derdik...’
Bu haddinden fazla uzun, zayıf, gri dişli adama işte o an kanım kaynadı. Sadece adındaki değil her kelimedeki Z’leri üstüne basa basa telaffuz ediyor, sigaraların birini söndürüp diğerini yakıyor, telefonda konuşurken habire burnunu çekiyor, araba kullanırken caz dinlemeyi seviyor ve içinden içinden gülüyordu.
Zviad ile böyle tanıştık...

Fon Müziği: Brother Wind March - Jan Garbarek Group

30 Mayıs 2010

Kahve İsteyen Var Mı?



Aslında hepimiz yorulmuştuk. İşten güçten değil. Buralarda bir türlü değişmeyen her şeyden yılmıştık. Ne uzadığın, ne kısaldığın hatta sabitlenemediğin her tür halden. Sebebi odur yani başka bir şey değil. Ben eminim. Ya da emin olmak istiyorum diyeyim...
Yoksa o gece de yıllar önceki gibi eğlenebilirdik. Bir de antrenmansızdık tabii. Promil seviyesi düşük, ters bir orantı ile kafalar güzel, ağızlar yüzden firara teşne... Yıllar var ki bir araya gelmemişiz. Bu da mühim...
‘‘O zaman daha iyi değildi ki hiçbir şey,’’ dedi T. K oturduğu yerden, hâlâ uzun ama oldukça seyrelmiş saçlarını savurarak, hızla ayağa kalktı. Hafiften sendeledi. Eskiden olsa hepimiz kahkayı patlatırdık. K ağzıyla içemeyenlerden. Bu sefer herkes ayaklandı, ‘aman ha, ya düşerse’ diye. Eskiden düşse de bir şey olmazdı. ‘‘Bak bu eskiden daha güzel olabilir işte’’ dedim. İçimden...
‘‘Evet ziyadesiyle sarhoşum ama yine de şiddetle karşı çıkıyorum'' dedi, ''Eskiden her şey çok daha güzeldi. Bir kere gençtik oolum! Domuz gibiydik. Bize bir şey olmazdı. Öldü be adam. Beş sene önce öldü hem de! Bok kafalı gitti öldü. Sonra salak gibi umudumuz vardı. Bir bok olacağız sanıyorduk.’’
‘‘Bir bok olduk ki,’’ diye söze girdi A, ‘‘Valla en azından ben bombok oldum yani. Sizi bilemem. Kahve içmek isteyen var mı? ’’

Fon Müziği:
Kalbim Acıdı - Kazım Koyuncu & Umay Umay

6 Mayıs 2010

06051972


"Cezaevinden yangından mal kaçırırcasına, kaptılar bizi. Postallarımın bağını bağlamaya bile zaman bulamadım. Bari şimdi bağlasınlar. Asıldığımda, postallarım ayağımdan düşsün istemiyorum…’’
Deniz Gezmiş 06 / 05 / 1972, Ankara

Ki bir tek o var aslında... Biliyorum... Başkalarının da var elbet. Öyle bir yaşamalısın ki, kimsenin onuruna halel gelmemeli.... Böyle öğrendim. Annem – babam bana en çok bunu öğretti. ‘‘Kimseyi ayırmadan, kimsenin hakkını yemeden yaşayacaksın’’ dediler hep. ‘‘Sen ne olursan ol, önce onurlu olacaksın...’’

Ölümle tehdit edilen babamın gözünde mahcup yaşlarla, ‘‘Ne olursa olsun sen doğru bildiğinden şaşma’’ derkenki yüzü hâlâ gözümün önünde. 15 yaşındaydım. ‘‘Sana bırakacak başka bir mirasım yok, onurdan başka. Ben sana onurlu olmayı öğrettim ama kızım!’’ demişti.
O gün rakının sarhoşluğu, hayalkırıklığının yorgunluğu ile salondaki koltukta uyuyakalmıştı. Annem yatağa gitmesi için ısrar ettiğinde, reddetmişti. Olur da gelirlerse, salonda olduğu için başka kimseye zarar vermeden, sadece onu hedef alıp gitsinler diye televizyonun karşısındaki koltukta uyumakta kararlıydı.
Annem o gece ve ondan sonraki pek çok gece uyumadı. Evli oldukları yıllar boyunca, nefes alıp almadığını kontrol etmek için geceleri uyanıp uyanıp babama baktığını söyler hâlâ.

Bazı geceler ben de uyuyamıyorum. Kimsenin kafasına silah dayandığından değil. Kendi aklıma dayananlardan dolayı.
İdama giden gencecik bir adam, ayakkabılarından utanıp ‘‘Daha iyi bir çift ayakkabım vardı ama ayağıma geçirmeme izin vermediler’’ neden der? O ayakkabıların fotoğrafını gören biri neden gözyaşlarına boğulur? O an zaman gerisi berisi yokmuş gibi nasıl durur?
Çok değil bir kaç sene önce, kaldırımda boylu boyunca yatan güzelim adamın ayakkabısının altındaki delik neden hiç çıkmaz hafızalardan? Nedir o delikte insanı onca acıtan?
O teneffüs nasıl olmuştu da ben, ‘‘Sen neden hiç dışarı çıkmıyorsun’’ demiştim o çocuğa? Nasıl bir densizlikti benimki? Baharın şehvetine kapılıp hiç düşünmeden ...
Dışarı çıkmıyordu çünkü ayakkabısı yoktu. Eğer dışarı çıkarsa, herkes görecekti ayakkabısı olmadığını. Utanacaktı. Utanması gereken ayağında ayakkabısı olanlarken...
Her sabah okulun kapıları açılır açılmaz içeri girer, en arka sıradaki yerini alır, herkes okuldan gidene kadar da yerinden kıpırdamazdı.
'‘Hocam,’' demişti usulca içlerinden biri o gün, ''Onun ayakkabısı yok. Bence bir daha onu dışarı çağırmayın.''

O kadar çok ayakkabım var ki benim, kendimden layığıyla utanabilirim...

Fon Müziği: Mahur Beste - Ahmet Kaya

18 Nisan 2010

10 Nisan 2010

Merametçi


Söylediği çoğu sözü anlamadım ama susacak diye o kadar korktum ki, anlamadığımı söylemeden, lafını kesmeden dinledim. O konuştukça içimde adını koyamadığım rüzgarlı bir his uyandı. Uğultusu hâlâ kulaklarımda.
Geçen ömrünü sokaklara baka baka anlattı. Sokakların fotoğraflarına. ‘‘Gençlik böyle bir şey işte’’ dedi, ‘‘geçer farkında olmazsın. Kıymetini bil gençliğinin, bir de dizlerinin. Gün gelir aynalara bakmaya korkarsın, iki fazla adım atmak için çabalarsın.’’
Bir oradan, bir buradan derken saatler aktı gitti. Aslında yazmayacaktım. Kendime saklayacaktım. Belki de sakladım...
Yazmaya inancım kalmadı ki. İnancım kalmadı aslında. Tahammülü zor bir döngüyse hayat, yazsan ne fayda? Hem yazmak zorunda mıydım? Ne için yazıyordum? Mesleğim de değil ki artık.
Bu gece adanın tekinden çıkıp gelen rüzgarlı hislere içimde bolca yer açtım. Kağıdı kalemi ben çoktan rafa kaldırdım...
‘‘Bazı ağları yamamaktansa, söküğümü dikerim’’ dedi. Her ağı yamamayacaksın. Bazen olur, bazen olmaz. Olmayınca en fenası pişmanlık. Olabilirdi demek var ya, insanı canlı canlı mezara kor.’’
‘Olmayınca, olmadı işte’ diyebilmek için önce ölmesi gerekiyor ama insanın. Öğrenmesi en zor olan. Geç oluyor, güç oluyor. Öğrenmenin kendi takvimi var. Bir sabah kalkıyorsun mesela, bir bakıyorsun, vazgeçmişsin yamamaktan anları. Zamana not düşmekten yorgun...
‘‘Derindir uykusu gafilin, boşvereceksin. Kuştur gençliğin, uçar gider. Bir yerlere konmaz. Sen kıymetini bil dizlerinin. Ondan başka bir şey değildir aslında seni ayakta tutan. Ee güzelciğim, ben sana başka ne diyeyim.’’
Hakikaten artık bana başka ne desin? Öğrenip öğrenmemek kararı yine benim.
Ne zamandır bir güne sığar bir ömür? Anlatan mı dinler, dinleyen mi anlatır? Nedir aslında bu hikâyelerin hepsinin gelip beni bulmasının sebebi? Peki ya ne alemde benim dizlerim? Yamadığım, yamağamadığım ağlardan geçtim, dizlerim? Taşır mı yükünü harcayıp durduğum günlerin?

Fon Müziği: My Skin - Nathalie Merchant

3 Nisan 2010

Şapka


Rus.
a. (şa'pka)
1. Keçe, hasır, kumaş, ip vb. ile yapılan başlık: Türkler başlık olarak 1925'te şapkayı kabul ettiler.
2. Boru, baca, direk vb. şeylerin açık olan üst bölümünü havanın etkisinden korumak için takılan başlık: Soba borusu şapkası. Lamba şapkası.
3. bit. b. Bazı bitkilerde, özellikle mantarlarda sapın üstünde bulunan, üreme organlarını taşıyan şapka biçimindeki organ. 4. db. Düzeltme işareti.

Güncel Türkçe Sözlük

Fon Müziği:
Yesterlove - The Lemonheads

15 Mart 2010

Hediye



a.
1. Armağan: “Yengemin düğün hediyesiymiş, hâlâ takıyor.” -A. Ümit. 2. mec. Fiyat: Bu masa örtüsünün hediyesi otuz milyon liradır.

Güncel Türkçe Sözlük




Fon Müziği:
No Big Hope - A Weather

24 Şubat 2010

Ev




a. 1. Yalnız bir ailenin oturabileceği biçimde yapılmış yapı.
2. Bir kimsenin veya ailenin içinde yaşadığı yer, konut, hane: “Ana oğul, yeni kiraladıkları eve bir pazar günü taşındılar.” -N. Cumalı.
3. mec. Aile: Evine bağlı bir adam.
4. esk. Soy, nesil.

Güncel Türkçe Sözlük


Fon Müziği:
- In These Arms - The Swell Season

17 Şubat 2010

Temizlik


temizlik, -ği
1. Temiz olma durumu, arılık (I), saffet, nezafet: “Kırk beş sene geçti, servi sandığının temizlik kokusu hâlâ burnumdadır.” -R. H. Karay.
2. Temiz durma veya tutma durumu: Çocukları temizliğe alıştırmalı.
3. Temizleme işi: “Yaşlı, ak saçlı, temizlik meraklısı, temizlik mütehassısı bir adamdı.” -A. Ş. Hisar.
4. argo Ortadan kaldırma, yok etme, öldürme.

Güncel Türkçe Sözlük

Fon Müziği: Elusive - Scott Matthews

10 Şubat 2010

Oyuncak


a.
1. Oyun aracı: “Çocuğun elinde oyuncak bir köpek.” -B. Felek.
2. mec. Önemsiz ve kolay iş: Oyuncak değil, mesele çok ciddi.
3. mec. Başkaları tarafından bir araç gibi kullanılan, hiçe sayılan güçsüz kimse.
Güncel Türkçe Sözlük






Fon Müziği: My Town - Racoon

4 Şubat 2010

Şey


İnsanlar başlarına bir şey geldiğinde, o bir şey hele de biraz kötü bir şey ise, bu sanki ilk kez olmuş ve sadece onların başına gelmiş hissine kapılıyor. Halbuki o şey en az bin yıldır filan varolan bir şey. Şey işte... Tam adını koyamasan da söylediğinde herkesin anladığı...
Tüm şeyler bir yerde duruyor bence, öylece bir yerde. Sonra sıraları geldiğinde, kimselere sezdirmeden çıkıyorlar yerlerinden, gidip kimi bulmaları gerekiyorsa buluyorlar.
Tüm hikâye bundan ibaretken, şu ömrü hayatta şaşıracak bir şey de yok aslen. Bizi şaşırtan zamanlamaları belki. Beni artık o da şaşırtmıyor. Hiç beklemediğin bir anda, hiç beklemediğin bir şey oluyor. Sen başka başka planlar yaparken hem de. Başka başka şeyler planlarken sen, başka bir şey oluyor. O şeyin o an başka bir yerde olması gerektiğinden o an değil de bu an oluyor. Ya da belki de, o şey o an kuytuda bir yerde dinleniyor. Her şey keyfe keder. Her neyse o şey geliyor, seni seçiyor, ne olacaksa oluyor. O şeyin adı da bazen hayat oluyor. John Lennon’ın dediği gibi işte...
Her şey bu kadar şeyken, bu kadar bilindikken, herkes birbirine benzerken, farklı sıfatı her musallat olduğu dudakta ne yaparsan yap sakil duruyor.

Fon Müziği: Beautiful Boy - John Lennon

20 Ocak 2010

Fırtına


Gözlerimin önünde oldu her şey. Koca bir gemi yavaş yavaş battı. Kahverengi Karadeniz kabardı, kabardı, gemiyi yuttu.
Fırtına vardı sabah. 10 metrelik bir mesafeyi yürümeye çalışırken harap olmuştum. Rüzgar bir o yana, bir bu yana savurmuştu beni. Halime üzülen kampüs şoförü, ‘Dur hocam, dur uçacaksın. Bekle ben getireyim seni’ diye sesleniyordu arkamdan, ben yürümeye çalışırken. ‘Duramam’ demiştim, ‘Durursam sanırım uçacağım.’
Sonra tanımadığım öğrenciler koluma girip okulun içine kadar soktular beni. İçeride durum daha da bir fenaydı. Cam kubbeye vuran doluların çıkardığı sese eklenen rüzgar uğultusu ile B sınıfı bir korku filmi çekmek için gerekli ortam sağlanmış oluyordu.
Benzer şekilde okula ulaşan K, ‘Ben bir ay sonra baba olacağım, canımı sokakta bulmadım’ diye bağırıyordu kantinin kapısının önünde. Durup durup tekrarlıyordu sonra, ‘Ben baba olacağım.’ Kendini inandırmaya çalışan bir hali vardı.
Baba olacağım filan yoktu. Anne de olmayacaktım. Hatta kardeşim olmadığından ve dolayısıyla yeğenim filan da olamayacağından, teyze, hala filan da olmayacaktım. Lakin doğruydu, benim de sorumluluklarım vardı. Canımı da sokakta bulduklarını sanmam.
Ben veryansın etmek yerine, sustum. Dinledim. Sustum. Doğadan hiç rol çalmadım. Haddimi bildim. Sustum.
Ama rüzgar susmadı. Rüzgar bütün gün susmadı. Bir gemi daha battı. İlk batan geminin mürettebatı sonunda kurtarıldı. Öğle vakti hava karardı. Fırtına hiç dinmedi. Deniz kabardı da kabardı. Neredeyse evlerimizi içine alacaktı.
Şimdi pencereden dışarıyı seyrederken; arada bir, herkes bir fırtınaya yakalanmalı en hafifinden diye geçiyor aklımdan. Şöyle bir kesilmeli herkesin ayakları yerden. Batan bir gemiyi izlemeli kıyıdan. Rüzgara karşı gelemeyeceğini hatırlamalı yeniden. ‘O kadar da ‘ağır’ değilim işte, alır götürür beni bir rüzgar’ diyebilmeli. Demeli. Her şey başka olurdu o zaman belki gerçekten.

Fon Müziği:
In the Heat of the Morning - The Last Shadow Puppets

15 Ocak 2010

19 Ocak'ta Aynı Yerde!


19 Ocak 2010 Salı
Zaman: 14:30 - 16:00
Yer: Agos'un önünde
Cadde/Sokak: Halaskargazi Caddesi, No:74, Osmanbey
Şehir/Kasaba: Istanbul