31 Ağustos 2008

Anahtarlar ...



Geceler uzayınca ve sıkılınca bulunduğum yerde, hemen çantama gider elim. Annemin deyimiyle çıfıt çarşısı çantamı şöyle bir karıştırır, ‘oradalar mı’ diye bakarım. Elim değince soğuk metale, içimi tarifsiz bir huzur kaplar. Anahtarlarım çantamdadır, evim de bilirim ki yerinde.
Sıkıldım yine. Kadeh kadeh üstüne. Söz söze karşı. Baktım, elim çantama uzandı. Elim çantamda anahtarlarımı arıyordu. Hiç düşünmeden kalktım o uzun masadan. İlk gördüğüm taksiye atladım, ‘Evime,' dedim, 'hadi evime.’
Taksinin siyah deri koltuklarına yayıldım. Parmakarası terliklerimi bile çıkardım. Anahtarlarımı elime aldım, onlara uzun uzun baktım. Dedem geldi aklıma o an:

TCDD’dan emekli, Kuzguncuk’lu Mehmet Bey, dedem...

‘Ne kadar anahtar, o kadar çok sorumluluk’ diyen, ayın bir bölümünü sadece süt ürünleri yiyerek geçiren, kimin evine ziyarete gitse, Hacı Bekir’den mutlaka bir kutu çifte kavrulmuş fıstıklı lokum götüren Mehmet Bey.
Elini hiç öptürmeyen, alaturka adetleri sevmeyen, ‘aman mesafemizi koruyalım’ diyen Mehmet Bey.
‘Pazar günü gelmek istiyoruz,’ dediğimizde; ‘Gelmeyin. Maç seyredeceğim, bulmaca çözeceğim, evimi temizleyeceğim,’ diyen dedem.

11 yaşındaydım. Yazdı. Çok sıcaktı. Tüm arkadaşlarım oyun oynarken, o beni yanına oturtmuş, Cağaloğlu’ndan aldığı koca defterin sayfalarını, özenle bölümlere ayırıyordu. Sıkıntıdan patlayacaktım ama sesimi de çıkaramıyordum. Lisan çalışacaktık. Tek yabancı lisana hâkim olmak yetmezdi. Önce İngilizcesi, sonra Fransızcası, sonra Almancası mesela elmanın, mesela masanın...
Muradına eremedi tabii, beni zapt edemedi. Sonra da kızdı bana; ‘Yok, bu böyle olmaz. Senden adam olmayacak, ona üzülüyorum.’
‘Olmayacak tabii dede, ben kadınım çünkü,’ dediğimde, emektar Asiye abla utanç içinde anneme koşup; ‘Dedesine ben kadınım dedi’ diye şikayet etmişti beni. Oysa o an ne de mühimdi!... Dedem karşısında kazandığım ilk zaferimdi. İlk kez o gün onaylamıştı beni; ‘İşte bak, bu doğru. Kişi kelamını itinayla seçmeli. Aferin evladım. Hadi git, kitabını oku.’
Uzun yıllar görmedim sonra kendisini, dedemi.

TCDD’dan emekli, Kuzguncuk’lu Mehmet Bey, dedem...

Bir kış günü, okuldan eve geldiğimde, annem pek keyifsizdi. Babam yurtdışındaydı. Hatta ayrıydılar annemle sanırım. Tam hatırlamıyorum. Ama 16 – 17 yaşlarında olmalıyım. Yemekten sonra, annem bana bir zarf uzattı. Zarfın üzerindeki el yazısını tanımadım. Annem, binbir özürle, yazıyı tanıdığı için mektubu açtığını anlatıyordu bana: ‘Maazallah! Ya kötü bir şey olduysa!...’ Annemin söylediklerinin gerisini duymadım, duyamadım. Zarfın içinde, ilkokula başlarken çekilmiş siyah önlük - beyaz yaka, siyah beyaz bir vesikalık fotoğrafım. Belki de dedemdeki tek fotoğrafım.

TCDD’dan emekli, Kuzguncuk’lu Mehmet Bey, dedem...

Bana hiçbir şey söylemeden, çok şey söylemişti bir kez daha. Lakin onu arayamadım. O vapura atlayıp kapısına varamadım. Susmadım ama. Yazdım. Ona uzun mu uzun bir mektup yazdım. Arkalı önlü tam 23 sayfa.
O mektubun ilk cümlesi hâlâ hatırımda...


Fon Müziği: Bir Fırtına Tuttu Bizi (Selanik Türküsü)

29 Ağustos 2008

Mavi Tişört




Anne Adı, Baba Adı, Acil Durumda Haber Verilecek Kişi...

‘Verin işte birilerine haber. Ne fark eder? Alın cep telefonumu, rastgele bir harf seçin. Karşınıza çıkan ilk ismin numarasını çevirin. Yıllardır yüzünü görmediğim biri olabilir aradığınız. Ya da sadece bir kaç iş yaptığım için telefonu rehberimde kayıtlı biri. Söyledim size, ‘fark etmez’ dedim. Üzerinize düşen görevi yaptınız işte. Acil durumda birine haber verdiniz. Anneme haber vermeyin. Üzülmesin. O bana yeter.’

Bu kadar cümleyi birbiri ardına, soluk almadan kurduğuna kendisi bile inanamamıştı.

‘Özür dilerim. O kadar bekledim ki sinirlerim bozuldu. Eminim bu yaptığıma, hiç ihtiyacınız yoktu. Bana kötü bir şey söylemediğiniz için teşekkür ederim.’ dedi bankonun arkasındaki beyaz önlüklü kıza ve koşar adımlarla o bembeyaz binadan çıktı.

Kızın sinirini nasıl da boş yere bozmuştu. Aldığı ilk molada, iş arkadaşlarına, ‘bugün bir manyağa denk geldim’ diye anlatacaktı. Çok sinirlendiyse ve profesyonellik icabı sustuysa, eve gidip kesin annesine ya da başka bir yakınına çatacak, aldığı zehiri hiç hakketmeyen birine akıtacaktı.

Bunları düşünürken iki damla yaş süzüldü gözlerinden. Hemen siyah gözlüklerini taktı. Kendine verdiği sözü tutacak, ağlamayacaktı. Ama zordu. Son bir kaç aydır uğraştıklarıyla, uğraşmak zordu. En zoru da bir şey yokmuş gibi yapıp hayata ve kalabalıklara karışmaktı.

Bir şey vardı işte. O şey milimetre milimetre, santim santim büyüyordu.

Kuledibi’ndeki çay bahçesine gitti. Şekerli kahvesini söyleyip arkadaşlarını beklemeye başladı. İki yıldır görmediği, yaşamak için uzakları seçen arkadaşı geldi önce, eşiyle. Sonra uzaklarda yaşayan başka bir arkadaş. Yılları iki – üç saate sığdırmaya çalıştılar. Olmadı tabii, zaman dardı.

Tanımadığı birinin, yine tanımadığı birinden o gün kiraladığı yemyeşil bir avluya bakan evine gitti sonra arkadaşlarıyla. Küçücük bu evde, o gün tanıştığı bir kadın yeni bir hayata başlayacaktı. Evin asıl sahibi ressam adam, ‘Bu benim en sevdiğim tişörtüm ama bana olmuyor. Senin olsun,’ diyerek ona mavi bir tişört uzattı. Çekinerek aldı. Hediyeler reddedilmezdi neticede. Ayıptı. Belki de hiç giymeyeceği tişörtü aldı, itinayla katladı, çantasına koydu.

Geceler, yazları bir türlü bitmez, uzadıkça uzardı...

26 Ağustos 2008

B RH -




İşini sevmeyen hemşireler, önce dirseğimin hemen üzerine bağladıkları lastik iple damarlarımı daha da bir görünür kılıyorlar. Sonra hızla batırıyorlar iğneyi koluma. Hiç tereddüt etmiyor kan. Şırınganın içine akıyor, akıyor... Şırıngayı dolduruyor. Ben kafamı aksi yöne çevirmiyorum, benden önceki kadının aksine.
Sonra şırıngayı, kalın plastik bir tüpe boşaltıyorlar. Üzerinde adım yazıyor. Kanım orada duruyor. En azından bir süreliğine.
Öğleden sonra gidip sonuçları alıyorsun. İşini sevmeyen laborantlar, üzerinde yazanları asla anlamadığın bir kağıt uzatıyorlar sana. Sen de onu alıp, bu dili konuşan birine, doktoruna götürüyorsun.
Onun söylediklerini anlıyorsun. Bilmediği bir dilin konuşulduğu bir ülkede, hani zamanla bir kaç sözcüğü anlar ya insan. İşte öyle...
Peki sonra nereye gidiyor o kan? Aylardır plastik tüpleri dolduran kanım nereye gidiyor?

24 Ağustos 2008

Biralar Soğuk Mu?


Tembel tembel oturuyordum evde. Vantilatörü içime sokmanın bir yolu olsa derken ve gözkapaklarım benden bağımsız aşağılara doğru yol alırken, kapı çaldı.
Postacı sabah gelmişti, sucu da öyle. Üst komşu tatildeydi. Teyzem bu sıcakta, bu yokuşu öldürsen çıkmazdı. Kapıdaki kimdi peki? Üzerimdeki giysiler, promosyon için kapıya dayananlara sinirli sinirli; ‘Hayır, ilgilenmiyorum. Teşekkürler.’ demek için uygun muydu?
- Kim o?
- Biralar soğuk mu?
- Soğuktur herhalde!
- Sen bira sevmezsin ki be!
Sesinden tanıdım. Nereden baksan bir on yıldır duymadığım sesini hemen tanıdım. Portmantonun aynasında saçımı başımı düzelttim. İki kere kitlediğim kapıyı, heyecanla açtım. Heyecanla değildi aslında. Açtım işte kapıyı. Ne hissettiğimi bilmeden, düşünmeden.
Saçları kırlaşmıştı. Hepsi o. Yüzündeki ifade aynı. Cesur, gerçek, ne olursa olsun yaşamaya teşne. Kocaman sarıldı bana. ‘Aman,’ dedim, ‘dur, yapma. Şu sıralar bana hiç sarılma!’
Üçlü koltuğa yan yana oturduk. Uzun uzun baktık birbirimize. Yüzümde bir gülümseme. Kalakaldım aslında ben öylece. Bira getirdim ona. Buz gibi bir bira. ‘İçmezsen, içmem,’ dedi her zamanki gibi. Kendime bir votka lime yaptım. Yine yanına oturdum. ‘Eve bakıcam ben,’ diye kalktı ayağa. Halen yaşadığım annemin evini hep çok severdi. Şöyle bir dolandı evi, geldi yine bana sarıldı. Öylece durduk. Anlatacak hem çok şey vardı, hem de hiçbir şey. Zaman geçmişti.
O sabaha kadar dans ettiğimiz ve sonunda bar sahibinin bize koca bir shaker içki ısmarladığı geceyi hatırlayıp hatırlamadığı mı sordu. Hatırlıyordum elbette. Doğum günümdü benim o gece. ‘Hadi kalk, oraya gidelim yine,’ dedi. Kapandığını söylediğimde, inanmadı; ‘Açmıştır o herif başka bir bar. İstanbul kızları siyahi erkeklere hasta, o buralardan asla uzamaz!’ Aradık taradık online. Sonunda bulduk. Üzerimi değiştirdim, hafiften bir makyaj bile yaptım. Çıktık.
Önce Asmalı Mescit’te eskiden de hep gittiğimiz meyhanede güzel bir akşam yemeği yedik. Eski bir kaç tanıdığa rastladık. Uzaktan selam verdiler, biz de uzaktan selamlarını aldık. Kalktık Galata’ya yürüdük. Meydanda biraz oturduk. Eskiden de ne zaman canım sıkılsa, elimden tutup kuleye çıkarırdı beni; ‘Bak derdi; önce şu şehire bir bak. Sonra da asansördeki aynaya. Var mı senden âlâ?’
İçeriye girdiğimizde boştu bar. Bir kaç genç kız ellerinde içki bardakları, salınıp duruyorlardı. Tekila içmeye karar verdik. Bir, iki, üç shot derken...
Bardan çıktığımızda ikimiz de terden sırılsıklamdık. Meydandaki çöp kamyonundan ve The Marmara’nın tepesindeki martılardan anladık, sabahın ilk saatlerini yakalamıştık. Dans etmiştik biz yine. ‘Öğrencilerimden gören olmamıştır umarım,’ dedim. Aslında biraz endişelenmiştim. ‘Keşke görselerdi,’ dedi; ‘keşke görseler de hocalarının kim olduğunu bilseler.’
Komik bir taksi şoförüne denk geldik. Bizi evli sandı; ‘Ne güzel çıkmışsınız karı - koca, eğlenmişssiniz bu saate kadar. Benim hanım benimle bir duble bile içmez. Çocuk yapmayı ihmal etmeyin ama ha! Güzel şey çocuk...’
İstediğine inansın dedik. Hiç ses etmedik. Ben indim taksiden, o kaldı. Yolcu yolunda gerekti. Gitmeliydi. ‘Sen ara gelirim ben,’ dedi, kollarını süpermen gibi havaya kaldırarak; ‘yoksa İstanbul gözümde büyüyor. ’

22 Ağustos 2008

Eşk



Üç gruba ayrılıyorlar. Üçüncü gruba dahil olanları daha fazla protein bazlı hormon ihtiva ediyor. Sırasıyla bu hormonlar: Prolaktin, adrenocorticotropic hormonu ve leucine enkephalin. Sonuncusu doğal bir ağrı kesici.
Vücudun bu hormonları salgılaması kimilerine göre, hem bedene hem de ruha iyi geliyor. Kimileri ise bunu tehlikeli ve zararlı buluyor.
Her zaman en iyisini hep kendi bedenin biliyor.
Her şeyin bilimsel bir açıklaması olması insanı ziyadesiyle rahatlatıyor.

6 Ağustos 2008

Akşama Düğün Var




‘Temmuz aynının en sıcak günü yaşanıyor beldemizde,’ dedi radyodaki aksanı kırık kadın. ‘Aylardan temmuz, mevsimlerden yaz’ diye başlayan kendince romantik bir de cümle kurdu. Dinlemedim. Ben temmuzu düşünüyordum.
Temmuz, oniki ayın en sevişgeni. Perdelerin uçuştuğu serin evlerde, anadan üryan gezdiğimiz, soluk almadan seviştiğimiz ay. Temmuz ayların en şehvetlisi.
Hakikaten güneş kavuruyor. Gölgeden yürüdüm. Zakkum gölgesinin kime ne faydası olacak.
Bazı sokaklardan geçerken, radyo kendiliğinden frekans değiştiriyor. Anlamadığım ama anlamadığım için daha da hoşuma giden bir radyo programına denk geldim, eski mahallenin içinden geçerken. Hemen frekansı sabitledim. İki kadın hararetli hararetli tartışıyorlar. Karşı yakada hava çok sıcak değil demek ki. Bu sıcakta kim bu kadar heyecanla konuşabilir ki? Aaa bunlar resmen kavga ediyorlar be!
Kekik satan yaşlı teyze, Hint incirinin altında oturmuş, defne dallarından bir şeyler yapıyor. İşaret parmağım kalınlığında bir şerit, iki ayağımının arasında benle beraber ilerliyor. Asker karıncalar sanki yangından mal kaçırıyor. Rahatsız olmasınlar diye ayaklarımı sürümeden, küçük adımlarla yürüyorum. Sıcak. Çok sıcak.
‘Kolay gelsin,’ dedim kekikçi teyzeye. Selam vermezsem bozulur. Gelir anneme şikayet eder. 82 yaşında. Kendimi bildim bileli aynı ağacın altında oturur. Arada ‘Kekikkkkkkkk’ diye bağırır. Sesi iyice cılızlaştı ama. Güneş acımasız bir tanrı buralarda. Hayat vermekten çok alıyor sanki. Kekikçi teyzenin içinden hayatı yavaş yavaş çekti aldı, gözümle gördüm. Her geçen sene kekikçi teyze güneşle daha da bir kavruldu. Bir tek gülümsemesi aynı kaldı. Yamuk yamuk, çapkın çapkın gülümsüyor hâlâ. Nadiren de olsa.
Bugün koca şapkasının altındaki yüzü pek bir gergin.
- Akşama geliver ha.
- Nereye?
- Nereye olcak be, düğüne işte.
- Aa torunun mu evleniyor?
- Yok be, benim düğüne, evleniyorum ya ben, kocamış Balıkçı Hasan ile.
Yüzüme soru sorar gibi baktı. Ne tepki vereceğimi merak ediyordu. ‘Bir yastıkta kocayın.’ dedim, adettendir diye. Haberim olmadan gülümsemişim.
- Gülme, gülme! dedi kekikçi teyze: Sevdanın takvimi olmaz. Daha matıflamadık ki be ya!
Burnuma hamle eden arıyı kovalayıp yoluma devam ettim;
- Sevindim de ondan güldüm be teyze. Matıflamadın daha tabii. Sen benden gençsin!
Kendimi köşedeki bakkala zor attım. Sahibinin ‘içinden dalga geçen dükkan’ dediği bakkala. Komik biri hakikaten kendisi. Kafasının hep dumanlı olmasından kelli.
- Kekikçi teyzenin düğünü varmış akşama…
- He ya, çay bahçesinde. Gittiler hazırlamaya ama kendisi hâlâ ağaç altında oturur. Uyur. İlgilenmez. Kızıverdi bir de anama, ‘ne o ipten boşalmış tekeler gibi koşturuyon, biraz sarı gazoz, biraz kuru pasta yeter işte deyip durur. Ama parmağını oynatmaz kendi.’

Bakkal sahibinin annesi Hatice Ana geldi tam o sırada. Sanki çoktandır hikâyelerini anlatacak birini arıyormuş da nihayet bulmuş gibi heyecanla anlatmaya başladı.
Balıkçı Hasan bundan 65 yıl önce, Kıbrıs’a gitmiş bir gece. Kendi miniminnacık teknesiyle. Sonra gelmemiş yıllarca geri. O gece, düğün gecesinden önce. Dudu ile evleneceği geceden önce. Bizim kekikçi teyzenin adı imiş Dudu. Bugün öğrendim. Geçen sene dönmüş Hasan. Hiç evlenmemiş. ‘Dudu kadın,’ demiş, ‘Hadi gel, evlenelim artık’. Dudu teyze ‘Olmaz,’ demiş, ‘oğlum kızar.’
Dudu teyzenin oğlu, Maça Arif kışın sarhoşken, Dragon Çayı’na düşüp boğulmuş bir gece. ‘Şimdi,’ demiş Dudu teyze, ‘evlenebiliriz artık. Bana ektiğin eski tohum kurudu. Verdiğin en büyük acı, yitti gitti. Napan gari, hadi gel evlenelim bari.’
- Saadet aramakla bulunmuyor de mi? Bak kaç sene sonra geliverdi bizim kekikçi Dudu’yu buldu. Sen napan, gezdiriveriyon habire kendini, neyi ararsın ki?’
Annemin siparişi geldi o an aklıma. Bir kutu arap sabunu.
- Arap sabununu mu aran? Delire durdu bu kız, ben size diyem.’ dedi ve gitti Hatice Ana.
Arap sabununu aldım, eve doğru yollandım. Daha sokağın başına gelmeden, Ankaralı emekli öğretmen çift ile Hatice Ana’yı gördüm. Gölgede durmuş, konuşuyorlardı. ‘Saadet aramakla bulunmuyor de mi?’ diye soruyordu onlara da Hatice Ana. Kendinden emin, görmüş geçirmiş bir edayla.
Bu akşam düğün var çay bahçesinde. Ne giysem üzerime? Elime kına yaksam mı ki ben bu gece?

Temmuz 2008

Bahçeden İnsan Manzaraları


Bahçede oturdum bütün gün. Son gün. Şehre istemeye istemeye dönüyorum.
Sabahtan akşama insanlar geçti önümden. Akdeniz insanı yüksek sesle konuşur. Buralara gelen de tatilde olmanın verdiği rahatlık mı, çevreye uyum mu, adına ne dersek diyelim, yüksek sesle konuşmaya başlar birden. Güneş batar, sesler daha da bir yükselir.
Bugün yerimden kıpırdamadan mahalledeki evlerin neredeyse tamamında gündem maddelerinin ne olduğuna vakıf oldum.
Görümcesinin çocuklarının divana kumlu ayakları ile uzanmasından, kocasının her akşam başka yemek istemesinden, komşuların her gece bahçede mangal yapmasından, karpuzcunun iyi kavunları otellere, kelekleri yazlıkçılara satıyor olmasından, akrabaların bu sıcakta misafirliğe gelmesinden dertli ne kadar çok insan olduğuna inanmakta güçlük çektim doğrusu.
En sık duyduğum cümle; ‘Kimseye hakkettiğinden fazla değer vermeyeceksin’ oldu. İnsandan dertliymiş meğerse herkes. Birine iyi davranmışlar, belli ki sevmişler ama sonra değmeyeceğine karar vermişler. Görümceler, kocalar, komşular, arkadaşlar, kimse bilememiş değerlerini. Hakkettiklerinden fazlasını verip, elleri boş dönmüşler alışverişten. Ama biri kalmış, tüm bunları anlatacak biri kalmış. Ya dert yanmak için ya da iğnelemek için. Ne için olursa olsun, biri kalmış.

Dokuz kadındık. Annemin işlettiği pansiyonun bahçesinde, dokuz kadın. İkisi gitti, yedi kaldık. Kadın kadına yaşamaya alışmış bu kadar kadın bir araya gelince, en çok erkekler hakkında konuşuluyor olması sanmam ki kadınları şaşırtsın.
Uzun sofralar kuruldu, yemekler yendi, lokumlu kurabiyeler pişirildi,elbiseler dikildi, limonatalara votkalar eklendi. En küçüğü on, en büyüğü 76 yaşında olan kadınlar, birbirlerine anlattılar erkeklerini.
Y’nin bisikletinin arkasına binmek mesela, çok fenaydı. Y, hep ekşimik gibi ter kokuyordu. R, kalp krizinden sonra iyice bir inatçı olmuştu. M’i iyi ki boşamıştı, nasıl da haindi. İ, ameliyattan sonra değişmişti zaten. İsabetli bir karardı bu boşanma kararı da. Ooo üzerinden asırlar geçmişti. Aman da ne rahattılar artık. V’den koca olmazdı. Yol yakınken bitmeliydi bu ilişki. S nasıl da kötü davranmıştı. G iyi bir eşti. O iyiydi. Ders almak gerekti. İyileri görüp, kötülerin hikâyelerinden ders almak şarttı hayatta. Söz konusu erkekler olunca.

Bu kadar kadın bir araya gelince, kimse birbirini dinlemez ki. Anlatır kadınlar. Anlatır, anlatır dururlar. Hiçbir hikâyenin sonu gelmez, daha ortasında, belki de en heyecanlı yerinde başka bir hikâyeye çoktan başlanmıştır. Hikâyeler akıp giderler. Anlatanı da duyanı da o an pek bir mutlu ederler.

Neredeyse her gün bahçenin önünden geçti. Beni çok sevmişti. Aşıktı. ‘Gel,’ demişti, ‘gel benimle yaşa’. Birinin bu kadar aşık olmasına aşık olmuştum. Denedik. Olmadı. İçime sanki bir erkek kaçmıştı. ‘Yook,’ dedim, ‘ben bir daha evlenmem. Kimse ile yaşamam. Kimse için hayatımı değiştirmem. Rahatım böyle ben.’ Sonrasında canı çok yandı. Ben yaktım canını. Küstahtım. Bilemedim. Acısına saygı gösteremedim. Aslında hiç düşünmedim.
Bahçenin önünden geçti. Ardından merakla baktım her seferinde. İyi gözüküyordu. Yalnızdı. Önceleri ‘gitsem ya’ dedim, 'gitsem kapıyı çalsam, kalbimi kırdılar, yaralarımı sar’ desem. Sarardı. Bana zaafı vardı. Biliyordum. Denemiştim. Hep açmıştı kapıları.
O hep bahçenin önünden geçti, ben kapısını hiç çalmadım...