13 Temmuz 2010

Zviad'ın Z'si


Onun dediklerini duymadım. Ala normal şartlarda bile bana insanların kavga ettiği hissini veren bir dilde – Rusça - saydırdı durdu. Telefonun başında bekliyordum ben de ama Zviad’ın dediklerini duyamadım işte. Bununla kalsa iyi, onun yüzünden Zviad’ı bir daha göremedim de. Oysa sabah sınıra kadar gidecektik. Kim bilir neler anlatacaktı gene.
Dünyanın hiç tanımadığım bu coğrafyası hakkında kim bilir neler neler öğrenecektim. En azından bir veda ederdik birbirimize. Birbirimizi bir daha hiç görmeyeceğimizi bile bile.
Ala, kaltağın teki!
Zviad o akşam telefonda Ala’ya hiçbir şey dememiş de olabilir. Cadı karı, fırsat vermedi ki zaten. İlk günden beri Ala’yı sevmemiştim ben. ‘Her şey kontrolüm altında’ kadınlarından. Hani sesinin ölçüsü olmayan, mütemadiyen ‘O iş öyle değil böyle yapılır’ diyenlerden. Tahminimce eğer bir şey deme fırsatı olduysa, Zviad sadece ‘Siktir lan’ demiştir ona. Ben olsam öyle derdim. ‘Ee yeter be! Kapa çeneni!’ ya da ne kadar sıkıldığıma bağlı olarak ‘Siktir lan! Senle mi uğraşıcam?!’ da diyebilirdim. Evet, evet. Zviad da böyle demiş olabilir. Ama Ala hakikaten öyle bir insan. Yani insana siktir çektiren türden. Hatta daha da ileri gidip ağzının ortasına bir tane indirmek de isteyebilirsin. O Zviad’a saydırırken, benim gözümün önünden geçen sahne de buydu zaten. Ben bir tokat yapıştırıyordum Ala’nın suratına; ağzı bir tarafa, telefonun ahizesi diğer tarafa gidiyordu. Yapmadım elbette. Sakin olmayı geçen zaman içinde kendime rağmen öğrendim.
Dört gün önce tanışmıştım ikisiyle de. Ama dediğim gibi Ala’yı ilk gördüğüm an sevmemiştim. Zviad’ı sevdim. Arkadaş olabileceğimizden emindim. Karşılıklı votka yuvarlayabilirdik, o derece.
Tanıştığımız günün sabahı, Tina’nın annesinin beş santimden uzun el tırnakları ile yine aynı uzunluktaki ayak tırnaklarını temizleyerek hazırladığı kahvaltıyı yiyemezken, o evden çıkmamız gerektiğine karar vermiştik. Zaten geldiğimizden beri üzerimizdekilerle uyuyor, temiz kafe tuvaletlerinde ihtiyaç gideriyor ve sadece uyumaya Tina’nın evine gidiyorduk. ‘15 Euro’ya bu kadarı fazla’ diyerek, hiç açmadığımız çantalarımızı alıp kendimizi sokağa atmıştık edemediğimiz kahvaltının ardından. Plan yapmak gerekiyordu ama o kadar da çok zamanımız yoktu sanki. Elimizden düşürmediğimiz Lonely Planet’i açtık, ilk bulduğumuz otele gitmeye karar verdik. Barnov 32. Hotel Kartli.
Yağmur da en az bizim kadar hızlı karar vermiş, bulutlarından boşanıvermişti. Hadi şimdi bulabilirsen, taksi bul! Geçen ilk taksiyi durdurduk. Tam arka kapıyı açıp kendimi içeri atacakken, yol arkadaşım mâni oldu.Bu şehirde taksicilerle pazarlık etmek adetten diye başladı pazarlığa. ‘Ya,’ dedim, ‘Boş versene, binelim işte! Islanıyoruz.’ Vazgeçmedi. Fiyat 15 Lariden 7 Lariye indiğinde, ikimiz de sırılsıklamdık. Taksici kahkahalar atmaya başladığından pazarlık yapmaya mecali kalmamıştı tabii.
Otelin önünde tam durmasını beklemeden, indim taksiden, ‘Banyo yapmak istiyorumm’ diye bağırarak. Hemen resepsiyona daldık. Zviad karşıladı bizi. Karşıladı demek pek de doğru değil aslında. Sadece ‘Merhaba’ dedi. Gözü televizyondaki maçtaydı. Hatta suratımıza bakmadı desem yeri.
‘Kaç gece kalacaksınız’ diye sordu. ‘Bilmiyoruz’ dedik, ‘Yarın Ermenistan Konsolosluğu’na gidip vize başvurusunda bulunacağız, eğer hemen alırsak vizeyi, yarın gideriz. Alamazsak bir kaç gün daha buradayız'. Bir televizyona, bir de pasaportlarımıza bakıp, ‘Biraz zor,’ dedi, ‘Türk pasaportu, ben 3 gecelik rezervasyon yazıyorum'. Çekmeceden koca bir kağıt çıkardı. Ucu bıçakla açılmış Sovyet dönemimden kalma olduğundan şüphelendiğim kalemi ile, cetvelle kutulara ayrılmış koca bir kağıda benim soyadımı yazdı.
Yollarda öğrendiğim şeylerden biri de aklıma geleni hemen söylemek. ‘Sonradan bir sürü işle uğraşacağına bırak seni salak sansınlar’ı şiar edindim. ‘Ama ya gidersek, sonra benden rezervasyon parası filan almayın ha!’ dedim. Uzun bir ‘NO’ çekti. Aksanlı. ‘Banyo var mı odada’ diye sorunca da gülmeye başladı. Bu ülkedeki misyonumuz da insanları eğlendirmek demek ki diye geçirdim içimden. ‘Ne biçim sorular soruyorsun sen, tabii ki var.’ deyince hafiften bozuldum. ‘Ee sorarım, ne var? Stalin döneminden beri temizlenmeyen bir banyonun olduğu bir pansiyondan geliyorum. Hem sağlamcıyım ben’ deyince, kahkayı patlattı; ‘Komünizm için de öyle derdik...’
Bu haddinden fazla uzun, zayıf, gri dişli adama işte o an kanım kaynadı. Sadece adındaki değil her kelimedeki Z’leri üstüne basa basa telaffuz ediyor, sigaraların birini söndürüp diğerini yakıyor, telefonda konuşurken habire burnunu çekiyor, araba kullanırken caz dinlemeyi seviyor ve içinden içinden gülüyordu.
Zviad ile böyle tanıştık...

Fon Müziği: Brother Wind March - Jan Garbarek Group