30 Haziran 2008

Bazı Sıfatlar



sıfat
isim Arapça ¹ifat

1 . Bir kimsenin görev, ödev, toplumsal veya hukuki bakımdan yeri ve özelliği:
"Başvezir sıfatıyla hükûmet işlerini idare eder."- R. H. Karay.
2 . dil bilgisi Bir adı, nitelik, nicelik, yer, sıra vb. bakımından niteleyen, belirten kelime, ön ad:
"Beyaz (ev), güzel (çocuk), beş (gün), bu (kitap) gibi."- .
3 . halk ağzında Yüz, kılık ve dış görünüş:
"Takındığı bu sıfatı boynundaki kravattan fazla mühimsediği yoktu."- F. R. Atay.




İyi olmak nedense pek makbul sayılmaz.. İyiler ürkek, sessiz, kendi halinde ve saftırlar. Hatta salak.
Bu kötülerin tanımlaması olabilir ancak. İyiliğe muktedir olmayanların tanımı.
İyiler, cesur, kavgacı, mücadeleci ve etliye de sütlüye de karışan insanlardır. Saflıkları doğalarıyla barışık olmalarından kaynaklanır. Onlar doğalarına aykırı olamayacak kadar gerçektirler. Kadını kadın, erkeği erkektir. Bunu hiç gizlemezler.
Kötüler korkaktır. Kavga ederler ama sebebini bilmezler, kendi hallerinde değillerdir çünkü kendilerinde değillerdir. Kendilerine değemezler. Kendilerine değmekten korkar, kendilerini gizlerler. Stratejiler geliştirip, maskeler seçerler, hangisinin yakıştığına karar verince maskelerine bürünürler.
En fazla -miş gibi yapabilir kötüler.
Korkaktırlar. Hep kolayı seçerler. Zira kötü olmak kolaydır. Herkes kötü olabilir. Herkesin aklı bir parça kötülüğe erer. Yalan söylemek de kolaydır. Kötüler yalan söyler. İyiler yalanları dinler, bilirler yalan olduğunu ama yalancının yüzüne vurmazlar bunu. Yalancı için yüzleşmek arınmaktır. İyiler kötüler arınsın istemezler.
Bir rock yıldızı vardır, sevdiğim, kadınlarım arasında saydığım. Gerçek bir iyidir o. Gerçektir. Sevimli demişlerdi hakkında bir TV programında. Sevimli ona yakıştırılacak en son sıfattır oysa.
Sevimli olmak da kolaydır. Oyunun kurallarını bilen herkes sevimli olabilir. İyiler kimseye sevimli demezler. Buyurgandır bu sıfat. Hem sevimli hiçbir şeyi tanımlamaz.
Bu yazdıklarım hiçbir şey anlatmaz.

29 Haziran 2008

Bahçeye Giren Hırsızlar


Ülkenin geri kalanıyla pek bir bağı olmayan, kendini daha çok yavru vatan Kıbrıs’ın bir uzantısı gibi gören bir yerde geçirdim ben hep yaz aylarını.
Şimdi değişti, her yer kutu kutu site, herhangi bir sahil kasabasından bir farkı kalmadı. Nereye baksan ruhsuz beton ve plastik sandalye yığınları.
70 yaşındaki bir teyzenin söğüt altında esrarlı cigarasını sardığı, pazarda kafası dumanlı amcaların, ‘Seçiverin işte, beni uğraştırmayın’ diye söylendiği bir yerdi orası. Bamyalar kocaman, domatesler kırmızı, patatesler beyazdı.
Kaçıp kaçıp giderdim oraya. Ne zaman yorulsam, bunalsam, hayatla arama biraz mesafe koymak istesem oraya giderdim.
Doğal bitki örtüsü farklıydı. İnsanı da bundan faydalanıyordu. Her şey normal, asayiş berkemaldı. 40 dereceyi aşan sıcaklarda, kafan berrak olacak da ne olacaktı.
Türk televizyonları çıkmazdı. Kıbrıs Rum TV’leri, Arap kanalları ve bir de BRT. Televizyon izlemezdi kimse, kimse evine girmezdi. Sabahlara kadar herkes sokaktaydı. Sonra evlerine kapandı insanlar, ‘hadi biraz daha dışarıda olalım’ diyenler bahçelerine. Bizim bahçe çok güzeldi, hâlâ güzel. Annem sağolsun.
Pasiflora yerdik biz çay kaşıklarıyla. Dalından koparıp koparıp. Depresyonun moda olduğu yıllarda, kendisinden ilaç yapıldığını öğrendim. Amma da şaşırmıştım, mutlu geçen çocukluğumun sırrına ben işte böyle vakıf oldum.
Bukalemunlar, yılanlar, akrepler…. Ben orası yüzünden bu hayvanların hiçbirinden korkmadım. Örümcek görünce havaya zıplayan kadınlara, hep ağzım bir karış açık bakakaldım. Çığlık atanlara kızdım, içten içe sinir oldum.
Yöreye has en güzel çiçeklerden birinin, yurtdışına satıldığından hiçbir bahçede olmamasına hep çok şaşırdım.
Uzun uğraşlar sonunda, yasemin kadar girişken olmayan bu çiçeğin fidesini nihayet bulmuş ve bahçemize ekmiştik geçen sene. Bu yaz her şeyden çok onu görmek için hevesliydim. Sabah acı haberi aldım. Bizim Plumeria büyümüş, serpilmiş ama bir gece ansızın bahçeyi terk etmiş. Yanına üç büyük ortancayı da almış ve gitmiş.
Biri bahçemize girip çiçeklerimizi çalmış dün gece.
Biri bahçemize girmiş, bize ait olanı almış ve kaçmış. Çiçeklerimizi çalmış.

28 Haziran 2008

Bunu Not Et




Google’ın son keşfettiğim numarası, bir tür hafıza kaydı. Arama sonuçlarının her birinin altına eklenmiş; Önbellek, Benzer Sayfalar ve Bunu Not Et.
Ettim bir tanesini. Deneme amaçlı. Lakin not nereye alındı bulamadım. Notların kaderi, nereye alınırlarsa alınsınlar aynı sanki.
Telefonun yanında duran üzeri yazılarla dolu dikdörtgen zarf; not ettiklerim. Zarfın jelatinli penceresinin üzerine bile notlar almışım. Aç gözlü notlar almışım. Gözüm doymaz hiç not alırken. Detaylara acırım, aman kaçıp gitmesinler! Hiçbir söz, hiçbir an sahipsiz kalamaz ben civardayken.
Sonradan hatırlamama hiç gerek olmayan notlar almışım zarfın üzerine. Şimdi yazdıklarımı doğru düzgün okuyamıyorum bile. Belli ki alelacele yazmışım. Aslında yazdığım sözleri çok da umursamamışım. Ama ben yine de not almışım.
Ben hep notlar almışım.

25 Haziran 2008

Zeytinyağlı Taze Fasulye



'Efeeendiiimmmmmmm!' Böyle söze başlayanlardan korkarım oldum olası. Bir perdeleme, bir kaçış, bir yalan vardır bu 'efendimin' uzadıkça uzayan halinde.
Ragıp Dayının cenazesinden Sultanahmet’teki yüksek tavanlı eve gelince, annemin teyzesi Safiye Teyze yuvarlak yemek masasına geçip oturmuş, sonra da ‘Efeeendiiimmmmmm’i patlatmıştı: ‘Devkzadelerden biri daha gitti.’
Ev ahalisinin hiçbirinin yüzüne değmemişti hüzün. Herkes uzun sürmüş bir işin sonlanmasından dolayı huzur bulmuş gibiydi. Küçüktüm ama çok da değil.
Küçücük bir aileydik neticede ve cenazeden sonra ev hiç de öyle dolup taşmamıştı. Kendi kendimize bir akşam yemeği yedik. Helvalara sıra gelince, edebiyat öğretmeni olan Safiye Teyze, ikinci ‘efeeeendiiiimmmm’i patlatıverdi: ‘Ben de göğüs kanseriyim. İlhan Beyefendi'nin dediği üzere sayılı günüm kalmış.’
87 yaşındaydı.
Ağlamanın ve her türlü duygu ifadesinin pek uygun bulunmadığı bu ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü dereceden akraba olan insanlardan kurulu ailenin hiçbir üyesi, tek kelime etmemişti Safiye teyzenin lafı üzerine. Sadece Asiye Abla mutfağa koşmuş ve orada içini çeke çeke ağlamıştı. Ne de olsa en yalnız o kalacaktı. Korkuyordu.
Ben hava boşluğuna bakan balkonda, kahvaltıda yesinler diye güvercinler için ekmek ufalıyordum. Hıçkırıklarını duymuştum. Hava serindi. Üşüdüğümü hatırlıyorum.
Helvalar yendi. Sonra tokalaşıldı. Tokalaşmayı hiç sevmem. Safiye Teyze benim saçlarımı okşadı. Sağ elinde turkuaz taşlı yüzüğü vardı. Saçlarım yüzüğüne dolandı. Elini hızla çekince canım çok yanmıştı. Ağlamadım.
Bir ay kadar sonraydı sanırım. Okuldan eve geldiğimde annem evde yoktu. Yuvarlak masanın üzerinde bir not: ‘Safiye Teyzemi kaybettik. Cenazesine gittim. Dolapta zeytinyağlı taze fasulye var. Domates de doğradım. Annen.’
Bugün eve gelir gelmez mutfağa girdim. Zeytinyağlı taze fasulye pişirdim kendime. Ne kadar şeker koymam gerektiğini unutmuşum. Annemi aradım.

21 Haziran 2008

Çiçekler Solunca...


Öğlenleri sabah eylemenin sevinciyle uyandım. Haftanın sadece üç günü çalışıyor olmak, insanda dört gününü mirasyedi gibi yaşadığı hissi uyandırabiliyor. Zaten toplam beş mesai günüm kaldı geriye. Sonrası upuzun bir tatil.
Bugün evi toplamam lazım. Yarın temizlikçi gelecek. Her yerde birikintler halinde kitaplar, dergiler, öğrencileriminin ödevleri var. Çamaşır sepeti ağzına kadar dolu. Eskiden bu evde benle yaşayan bir başka ‘dağınık’ varken, takıntılı derecede düzenliydim. İkimizin dağınıklığının altından kalkmanın mümkün olamayacağını bildiğimden, her an evi toplayan, çamaşır filan yıkayan biriydim. O gitti, benim takıntılı temizlik hastası ruhum da buhar oldu. Hatırladıkça elimde nemli bezle gezdiğim günleri, gülüyorum şimdi.
Çiçekler büyük dert hâlâ. Ne yapsam yaşatamıyorum onları. Annemin söylediklerini harfiyen uyguluyorum ama benimle aynı evde yalnız kalan çiçeklerin ömrü on günden fazla olmuyor. İhmal ettiğimden değil, onlarla iletişim kurmadığımdanmış. Yalnız hissediyorlarmış kendilerini ve boyunlarını büküyorlarmış. Bilen biri öyle dedi.
Bu kadar da çıtkırıldım olunmaz ki. Çiçekler de yalnız kalmayı becerebilmeli. İstedikleri belki dışarı çıkmaktır dedim, hepsini balkona taşıdım. Bol su verdim. Bol değil, gerektiği kadar su verdim. Afrika menekşeleri sanki toparlandı ama devetabanı gidici. Zaten bana kalırsa çok asık suratlı bir bitkidir kendisi.
Okumam gereken ödev kağıtlarını masanın üzerine özenle yerleştirdim. En korktuğum şey, bu kağıtları kaybetmek. İçinde onca söz, fikir olan bu kağıtları kaybetme korkum, mesleğe ilk başladığım yıllarda, bir tomar final sınavı kağıdını Beşiktaş – Üsküdar motorunda unutmuş olduğum o fena günlere dayanıyor. Kağıtları motordo unuttuğumu anlayınca, taksiye atlamış iskeleye gitmiştim gecenin kör vakti. Kahya elinde benim motorda unuttuğum kağıtlarla bekliyordu beni. Yüzünde ‘çocuklarımızı kimlere emanet ediyoruz’ ifadesi. Garip bir suçluluk duygusuyla, ‘Ben üniversitedede çalışıyorum ama.’ demiştim. Nafile tabii.
Yaptığım diğer işlerin arasında öğretim görevliliği yani asıl adıyla öğretmenlik yapmakta karar kılmamın en büyük sebebi, uzun tatilleri. İnsan işini böyle bir motivasyonla yaparken, benim mesleğim bu demeli mi?
Her yaz olduğu gibi, istifa mektupları yazmaya başladım içimden. Bu sefer kağıda dökerim, kim bilir belki...

Şeytanın Gör Dediği...


Sabah kalkıp yüzümü yıkamak istemedim. Sanki yüzümü yıkamazsam uyumaya devam edebilirim gibi geldi. Ama çok da açtım. Sabahları kurt gibi aç olurum ben. Biraz cherry domates, biraz roka, zeytinyağı, limon, beyaz peynir, zeytinli ekmek ve tabii ki çay. Kahvaltımı hazırlarken içim hiç rahat değildi. Annemin çocukken söylediği bazı şeyler, geldim gidiyorum, aklımdan hâlâ çıkmıyor. Çocuğum olursa acaba ben de böyle şeyler söyleyecek miyim ona? Bilinçaltını kirletecek miyim benzer laflarla?

‘Yüzünü yıkamadan kahvaltıya gelme, geceleri şeytan yalar yüzümüzü, gözümüzü.’

Yalasın. Şeytan tüm gün boyunca benimle olsun. Hatta hiç gitmesin, hep benle kalsın.

Kahvaltımı ettim. Günün yarısı geride kaldı. Sokağa çıkmam gerek, bir üşengeçlik üzerimde. Yüzünü yıkamaya üşenen ben, nasıl olacak da gidip konser biletini alacak. Zor gözüküyor şeytanın yaladığı gözlerime bu iş şimdi.

Uçak biletimi aldım. Dört ay sürecek tatilim. Çok uzun. Deniz, güneş, kum vs derken bir geleceğim şehre sonbahar gelmiş. Severim dert değil.
Ama zaman geçerse, ya çok zaman geçerse, ya ben gittiğim yerden başka biri olarak dönersem. Yazık olur!...

Dışarı çıktım, akşamdan kalma ve şeytanın yaladığı yüzüme baktılar. Ben kendime baktım vitrinlerde. Birine baktım. Yıllar sonra birine baktım. Kendime kocaman kırmızı bir bavul satın aldım. Her şeyi içine koymaya kararlıydım. Sonra, sonra en sevdiğim kafeye gidip bir bloody mary ısmarladım. Ne de olsa çivi çiviyi sökerdi. Sökerdi di mi?

Onca çivinin ardından, ben biletimi gişede unuttum. Acele işe de karışan şeytanın bir bildiği vardır dedim, son bir sigara yaktım....

18 Haziran 2008

Nefes



O kadar sıkmışım ki kendimi, kapıyı açar açmaz yere yığıldım. Eşyalar, doktor, hemşire, her şey bir sis perdesinin ardında kaldı bir anda. Sesleri uzakta. Çok uzakta. Hem kendimdeyim, hem değil. Herhalde beni yerden kaldırmaları bir kaç saniye sürmüştür. Mermer kaplı zemin soğuktu.
O kadar korkmuşum ki, dua bile ettim. 'Ne olur' dedim, 'bu kabus burada bitsin. Bana iyi şeyler söylesinler. Nefesin sende kalacak, geçti desinler.'
Kendime geldiğimde, 'Yine yalnız gelmişsin' dedi doktor, 'cesursun anladık.'
'Cesaret mi? Bu bir cesaret gösterisi değil ki. Bu kimseye yük olmama derdi sadece. Kimseyi de kendimle birlikte üzmeme.'
'Aman da aman incedir hanım kızımız. Korkma, korkma. Ben de korkmuştum ama her şey yolunda.' dediğinde ağlamaya başladım. Titreye titreye ağladım. Sarılmak için hamle etti doktor, 'Aman dedim, sakın bana sarılmayın. Sarılırsanız hiç susmam saatlerce ağlarım.'
Sonra güldük beraber. Bana uzun uzun yapacaklarımı anlattı. Yapmasam iyi olacakları.
Tüm itirazıma rağmen, saçımı okşadı.
Yanağımda bazen mermer serinliği, bazen şefkatli bir elin sıcaklığı. Yorgun ama mutlu, evime geldim.

16 Haziran 2008

Küçük Turuncu Otomobilin Ardından...



Evde bir yas havası hakimdi. Garip bir şeyler olduğunu anladım. Arap sabunu kokusunu içime çektim. ‘Sonra sorarım’ dedim kendi kendime. Azıcık huzur bulayım. Biraz nefes alayım.
Sormama gerek kalmadı. Gözünü denize dikmiş, uzaklara bakan teyzem, anlatmaya başladı. Anlattıkça efkarlandı, gözleri nemlendi. Hemen kaçtım salondan. ‘Dur ben sana bir türk kahvesi yapayım’ diyerek kaçtım. - Mutfağa girer girmez, ben de ağlamaya başladım. Gitmişti. Artık yoktu.
Benden iki yaş büyüktü. Kendimi bildim bileli onunlaydım. Hatta hastaneden beni eve onunla getirmişler. Gitti. Çekirdek ve mutlu bir aileyken biz, iki evin nazlı niyazlı tek kızıyken ben, onunla çok gezdik. Her gördüğüm kenti onunla gördüm. Onunla büyüdüm. Trafikte yol almayı onunla öğrendim.
Derken geçti zaman. O artık hareket edemez hale geldi. Yasalara aykırıymış sokaklarda dolanması. Öylece durdu bir kaç yıl kapının önünde. Teyzem arada pencereden bakar, kontrol ederdi. Acaba yerinde miydi?
Söylemek istememişler önce bana. Üzülürüm diye düşünmüşler. Sonra ‘nasıl olsa öğrenecek’ demişler. Bana gerçeği anlatma görevini teyzeme vermişler.
Teyzem anlattı. ‘Biz bugün düldülü sattık.’ dedi. Karşılıklı kahve içerken ne çok ağladık. Allahım ne çok ağladım. Teyzeme sarıldım ve saatlerce ağladım. O küçük turuncu otomobil için ben bugün çok ağladım...

15 Haziran 2008

Tuz / Buz


Uzak bir deniz gözümde
Kendi kuyumun en dibinde
Sesi var birilerinin
İsimlerini bilmem
Elleri var onların
Soğuk
Biri var
Bükmüş dudaklarını
Göğsümün orta yerine
Bağdaş kurmuş oturmuş
Biri var
Tuz gibi
Buz gibi
Biri var

Uzakta...



Bilseydim gitmezdim. Gitmeseydim, dönmezdim. İşlerden bahsedildi, eşlerden, gidilen yerlerden, gidilemeyenlerden. Çok şeyden bahsedildi. Her şeyden.
Huzursuzluğumu, hoşnutsuzluğumu gizleme gereği duymayanlardanım. Gizlemedim yine. Ama sustum. Akşam yemeği boyunca, her lokmayla söyleyeceklerimi de yuttum. Söylesem ne fark ederdi ki. Olan olmuştu. Uzun masada geçmişi karşıma oturtmuşlar, sonra da ‘karides ister misin’ diye sormuşlardı. İyi insan olmaya çalışan sıradan insanlardan daha fena bir şey var mı? İyi insan olma ehliyet kursu olsa, ilk kayıt yaptıracak olan insanlardı işte bunlar. Üst baş düzgün, pijamalar, gecelikler ütülü. Ayaklarının dibinde sıkıntıdan boğulacakmış gibi hırlayan köpekleri, o kadar toprakla uğraşıyor olsalar da hiç bozulmayan manikürleri, kocaman bahçenin aynı yönde kesilmiş çimleri...

İyice karanlık oldu. Kapkaranlık oldu. Hadi ışınla beni Scotty! Hadi evime gideyim ben Scotty! Dağınık mutfak masamda oturup sigara içeyim. Sevdiğim müzikleri ya da kendimi dinleyeyim.

Çok geç. Eve dönmek için sabahı beklemeli.

Yatak yorgan paylaşımına geldi sonunda sıra. Hayatımda gördüğüm en çirkin gelinliğin de ikamet ettiği çatı katını seçtim. Kuru temizlemeden alındığı gibi kendini burada bulmuş belli. Zavallı bir hali var. Tanık olduğu ‘mutluluğa’ aslında hiç inanmamış gibi.

Odanın kapısı çaldı sonra. Gelinlik açmayınca kapıyı, ben açmak zorunda kaldım tabii. Bir iki saattir ortada olmayan geldi. Elinde bir diş fırçası, ambalajında.
‘Hani unutmuştun ya. Gittim, aldım sana.’
Aldım diş fırçasını ama dişlerimi fırçalamadım. Hatta fırçayı ambalajından bile çıkarmadım. Sabah masanın üzerine bıraktım, koca evden koşarak çıktım.
Diş fırçasına ihanet edenlerden olmayacaktım...

14 Haziran 2008

Matkap Sesi



Ne güzel serindi hava. Perdeler uçuşurken ve Lilac Wine çalarken komşuda yatağıma süzüldüm. Sonra sabah aynı komşudan gelen matkap sesiyle uyandım. Hayatta tahammül edemediğim seslerin başında gelir matkap sesi. Gayri ihtiyari kendimi balkona attım. ‘Ama bugün Cumartesi, bir – iki saat sonra başlasaydınız ya!’ diye seslendim aşağıya. Usta ‘ama sonra sıcak oluyor’ dedi. ‘Evet,’ dedim, ‘sonra sıcak oluyor. Uyuyamıyor insan.’ Biz böyle hasbıhal ederken, üst komşunun ‘düzgün’ kızı çıktı balkona. ‘Zizania abla, bir içeri girsene. Bir şey diyeceğim sana.’ dedi ciddi bir ifadeyle. İçeri girdiğimde üzerimde bulunan kıyafetlerin ya da bulunmayan mı desem bu tür bir konuşma esnasında hiç ciddiye alınmayacak şeyler olduğunu fark ettim.
Harika. Sabah sabah tüm mahalle yatakta ne giydiğimi ya da ne giymediğimi böylelikle görmüş oldu. Merak ediyorlar mıydı bilmem. Bildiğim nadiren kızaran yanaklarım al al olmuştu. Hemen sonra kendime geldim. ‘Ne var ya, allah allah istersem anadan üryan gezerim, kime ne! Hem sakız sardunyalar ve incir ağacı vardı önümde.’ ruh haline girdim.
İki günlüğüne buralarda yokum. Zaten şehirde kalıyor olsam da sanırım bir süre gün ışığında, hani bir ihtimal yüzümü unutturabilirim belki diye evden çıkmazdım.

Tanju Okan Seven Kadınlara...


Sadece bir şarkı nasıl bu kadar çok şeyi hatırlatır ki insana. Vazgeçtim, şarkılara inandığımız için salak filan değilmişiz. İyi ki de inanmışız onlara.
Gittiğimiz meyhanede Tanju Okan çalıyordu. Sesi kısık televizyonda da Erol Evgin. Reklam yıldızı olmuş kendisi.
Üzümlü kek sevenler ile kakaolu kek sevenler arasındaki fark kadar mühim bir fark da bu benim için. Erol Evgin seven kadınlar ve Tanju Okan seven kadınlar. Küçük bir anket yaptım. Etrafımdaki kadınların hepsi 'Erol Evgin mi? Aman kalsın!'deyince nasıl mutlu oldum.
Bu gece içtiğim her kadehi Tanju Okan'a, Tanju Okan seven kadınlara, bir kadına 'Kadınım' diyebilen adamlara ve 'Kadınım'ı en az Tanju Okan kadar güzel söyleyen, her daim anason kokan Müfit amcama kaldırdım.


Kadınım - Tanju Okan

Eşyalar toplanmış seninle birlikte
Anılar saçılmış odaya her yere
Sevdiğim o koku yok artık bu evde
Sen
Kıyıda köşede gülüşün kaybolmuş
Ne olur terketme yalnızlık çok acı
Bu renksiz dünyayı sevmiştik birlikte

Sen kadınım

Hatırla o günü karşıki sokakta
Seni öptüğümü ilk defa hayatta
Kollarımda benim ilkbahar sabahım
Sen
Sönmüş bak ışıklar ev nasıl karanlık
O ılık aydınlık yuvamız soğumuş
Geceler bitmiyor ağlıyorum artık

Sen kadınım

Eşyalar toplanmış seninle birlikte
Anılar saçılmış odaya her yere
Sevdiğim o koku yok artık bu evde
Sen
Masamız köşede öylece duruyor
Bardaklar boşalmış herbiri bir yerde
Sanki hepsi hasret senin nefesine

Sen kadınım

Bana bıraktığın bütün bu hayatın
Yaşanan aşkların değeri yok artık
Ben sensiz olamam artık anlıyorum
Sen
Şimdi çok yalnızım
Ne olur kal benimle o kapıyı kapat
Elini ver bana
Dışarda yalnız, yalnız üşüyorum

Sen kadınım

8 Haziran 2008

Test Yayını


Test yayını ya da ısınma turu. Yazar mıyım yeniden bilmem. Deniyorum işte.
Yeni uyandığım düşünülürse klavyem kuvvetli olamayacak muhtemelen.
İstanbul'da geceler aynı bıraktığım gibi değilmiş. Tekila ve votka dünyanın en güzel içkileri imiş. Barlarda artık benim çocuk dediğim insanlar eğleniyormuş. Adam gibi müzik çalan bir yer kalmamış. Eski 'alemlerden' tanıdığım herkes beni hatırlıyormuş. Hiç değişmemişim ben.
Bir de hakikaten ben de dahil herkes salakmış. Kendimizi çok mühim sanıp şarkılara inanıyormuşuz.
Keşke çalışmak hiç olmasaymış...