13 Ekim 2009

Bazı Notlar ...




• Esen Lodos, pastırma yazının vedası gibi. Belli ki bugün yarın yağmur yağacak. Eylül’ü severdim eskiden. Bir tülbente sarılmış gibi geçerdi o zamanlarda günler. Eylül’ün tülbenti yumuşatırdı görüntüyü. Belli belirsiz yağan yağmurlar törpülerdi günlerin çapağını, yıkardı kirini. Eylül’ü sevmekten vazgeçmemle, Beyoğlu’nu sevmekten vazgeçmem aynı günlere denk geliyor, ne tuhaf. Önce Eylül’den vazgeçtim sanırım. Sonra Beyoğlu’ndan. Bir – iki sene önceydi. Caddede gördüğüm her yüzde umutsuzluk ve hayalkırıklığı okumaya başlamıştım. Herkes mutsuzdu. Mutluymuş gibi yapanlar vardı. Ama yalandı gülümsemeleri. Sanki hiç yazamadıkları bir hikâyeleri vardı. Kendilerini yazmışlardı ya da. Nasıl görünmek istiyorlarsa, hamurlarında olmasa da öyle oluyorlardı sokaklarda, insanların arasında. Yüksek sesle gülmek, kahkaha atmak nedense bu caddede ve bu coğrafyada yaşayanlarda sakil duruyordu. O zaman öyle düşünüyordum. Şimdi düşünmüyorum. Toptan düşünmüyorum yani. Zira Beyoğlu’na pek çıkmıyorum. Galata’daki doktoruma gitmek için bile. Galata Kulesi’ni hâlâ çok seviyorum. Çok hem de. Kaç kare fotoğrafını çektim. Bir kısmı evdeki masanın, bir kısmı okuldaki masamın karşısındaki duvarda asılı. Galata’yı sevmekten vazgeçmeden gitmeli buralardan. Kentten ona kırgın ayrılmak vedaların en mahsunu olurdu. Rumelihisarı bile canımı Galata kadar yakamazdı.

• Herkesin konuştuğu bir roman vardı. Aldım. Okudum. 237 sayfayı bir günde okudum. Kolay okunan kitapların iyi kitaplar olduğuna dair bir kanı sirayet etti insanlara son yıllarda. Gazetelerin kitap ekleri sorumlusu. Oysa bir kitabın kolay okunmasından kastedilen şey, olsa olsa kurgusunun saat gibi işlemesi anlamına gelebilir edebiyat eleştirisinde. Bomboş olduğundan kolay okunan kitaplar için başka bir şey denir. Kimsenin emeğine saygısızlık etmek istemem ama eğer kurgunun ana kurallarından bihaberse, bir roman yazmamalı insan. Ya da yazdığının romandan başka bir adı olmalı. Günlük mesela? Ya da Notlar?... Başkasını sevmek de öyle o kadar kolay olmamalı. Haysiyeti olmalı sevmek dediğin şeyin. İnsan doğasına dair postmodern çoğu teori aynı zamanda gayet de gayriinsanî değil mi?

• Dillerin en içlisi İspanyolca. Sözünü anlasanız da anlamasanız da İspanyolca şarkıların hepsi insanı başka bir yerinden yakalıyor. En kırılgan yerinden. Saatlerce dinlediğim şarkıları, aynı nedenlerle seven kim varsa etrafımda onlara müteşekkirim.

• Stor perdeler bende ev hissi yaratmıyor. Yeni yıkanmış tül perdelerin kokusunun sinmediği ev, ev olamıyor. İkea mobilyalarla kurulu ikinci bir ev kurmaktan son anda vazgeçtim. Koçtaş’tan alınan bambu storlar sebebi.


• Denizi sevmeyen insanlarla anlaşamıyorum. Kötü yüzen ya da yüzemeyen insanlarla da. Bundan 4 - 5 sene önce Boyacıköy’de, gecenin bir yarısı, o zaman beraber olduğum adamla, sahilde oturuyorduk. Hemen yanımızdaki bankta çekirdek çitleyen bir aile vardı. Ailenin babası en küçük çocuğu kucağına almış, suya atmakla korkutuyordu. Biz ise büyülenmiş gibi izliyorduk denizi. Dolunay da vardı. O gece bir baba çocuğunu denizle korkutuyorsa, o çocuk büyüyünce ne olur acaba diye geçirmiştim aklımdan. Bugün öyle bir babanın oğluyla tanıştım. Nasıl da keskin, nasıl da katıydı. ‘Yüzme biliyor musun sen dedim?’ ‘Hayır,’ dedi, ‘Hiç de merak etmiyorum. Denizi sevmem ben.’ Moby Dick okuyordu. Okuyordu çünkü ödeviydi. Moby Dick okuyan ama denizi sevmeyen bu ‘oğul’dan belki 'baba' olacağını düşünmek fena geldi.

• Yeni mesai saatlerime alışamadım. Alışabileceğimi de düşünmüyorum. Tamamıyla değiştirmem gerek alışmam için, kendimi, yaşam biçimimi. Bu seneyi kazasız belasız atlatırsam galiba jübile yapacağım. Her sabah beni bekleyen bir sınıf dolusu insan olmasa, onlar benden öyle ya da böyle bir şey öğrenmeyi ummasa, sanırım sahaları bu yeni düzenleme ile çoktan terk ederdim.


Fon Müziği: Circle - Edie Brickell and the New Bohemians

Hiç yorum yok: