9 Ocak 2009

Beyaz Saçlı Mick Jagger


‘Buluşalım mı,’ dedim, ‘Niye ki?’ dedi. Böyle biri kendisi. ‘Ne demek niye ki, görüşelim işte, iki yıl oldu, özledim,’ deyince, ‘İki yıl sonra buluşalım, daha çok özlersin’ dedi. Sinir etti beni.
Sonunda derdini anladım, iki yıldır ben onu neden hiç aramamışım, neden hiç oraya (Beyoğlu) gitmiyor muşum vs vs. Yani son derece duymaya alışık olduğum sitemlerdi. Duymaya çok alışık olduğumdan, ilk zamanların ezik kötü arkadaş psikolojisi yerini artık arsız insana bıraktı. Tabiri caizse kaşarlandım.
Biri, birbiri ardına sitemleri saydırmaya başlayınca ya direkt saldırıyorum ‘Ya sen?!?’ diye ya da işi derhal maymunluğa vuruyorum. Maymun bir insan olmadığımı bilen karşı taraf sinirlenip; ‘tamam ya, ne zaman, saat kaçta?’ diye sözümü orta yerinden balla kesiyor. Buluşuyoruz. İşlem tamam.
Bu sefer, şu sıralar sevgi kelebekliğinde Jane Birkin’i aratmadığımdan yekten; ‘Çok özledim işte’ dedim. Peşine de ‘Uzatma ya’ diye ekledim. Şanım yürüsün. Ne yapayım, Jane Birkin olmayı kendime yediremedim. Telefonun öteki ucundaki ‘tamam’ dedi. Demiştim, sinir biri. İnsan ‘ben de seni’ filan der nezaketen, nerdeeee?
Buluştuk. Bir insanın kafasında kaç saç teli vardır? O tellerin hepsi nasıl beyazlar? Bütün bunlar iki senede nasıl olur?
Eskiden Mick Jagger’a benzerdi kendisi. Beyoğlu’na yolu düşen kızların yarıdan fazlası kendisine hastaydı. Öyle böyle değil... Bir keresinde durup dururken bir kız üzerime saldırmıştı, ‘Bırak onu, o benim’ nidalarıyla. Tek suçum iki gece üst üste yanında sokakta yürümekti. Hiç hasta olmadım kendisine. Yani olmadım, evet. Mick Jagger’a hastayım ayrı ama ona hasta olmadım hiç.
İçime kurt düştü, 'ben sana aşık olmadım di mi hiç’ diye sordum. ‘Yook ya, ukala! Olmadın tabii’ dedi. Çok güldük.
Beraber eğlenirdik onu hatırlıyorum. Ertesi gün hatırlamadığımız kadar içer, mekânlarda uygunsuz şekilde dans eder, güler güler ve hep gülerdik. Haa bir de provoke ederdik. Sınırlarını zorlardık insanların. Bakardık mevzu uzayacak, işin sonu şiddete varacak, anında olay mahalini terk ederdik.
Onun yanında kendimi hep güvende hissederdim, ona buna kafa tutardım. O birisine kafa tutarken de bizzat sinir kadın kontenjanından yanında olurdum. Herkes kaçarken ben yanında dururdum. Belayı severdim mi ne sanki? Hımm, evet severdim. İşin fenası sanırım hâlâ da sevmekteyim.
Eskiden olsa beraber gittiğimiz bir yerde kesinlikle bir arıza çıkarırdık. Ya yan masadakiler rahatsız olurdu ya da kıl garsonu, biz iyice bir kıl ederdik. Bu sefer edebimizle oturduk. Saat 2’ydi buluştuğumuzda, garson ‘biz artık kapatıcaz da’ diyene kadar oradaydık.
Saate baktım tam 11 saattir aynı yerde oturuyormuşuz. Garson uyarmasa belki bir 11saat daha otururduk. Nelerden konuşmadık ki. Her şeyden. Daha çok da ben anlattım, o dinledi. Hep dinlerdi.
‘Hiç iyi bakmadın ki sen kendine, üzdün kendini’ dedi. Bunu bir kaç kere tekrar etti. Haklıydı belki de. Kol saati takmadığım zamanlardı. Aklıma gelmezdi. O zamanlar 'sağlık olsun' lafı mesela bana pek bir saçma gelirdi.
Dışarı çıktık. Meydana doğru yürüdük. Üşüdüğümü görünce sarıldı. ‘Aman ha,' dedim, 'hayranlarının saldırısına uğramayalım. Hiç uğraşamam’. Gülümsedi. ‘Sen üşüme de’ dedi.
Taksiye binerken dönüp bir daha baktım yüzüne; ‘Oğlum, beyaz saçlı Mick Jagger olmaz ki!’ dedim. Kahkahayı patlattı; ‘İçki ve sigara içmeyen Marianne Faithfull da. Ne yapalım artık böyle...’

Fon Müziği: As Tears Go By - Marianne Faithfull

1 yorum:

kinik dedi ki...

iyiymiş ha..beni de varedin yorumu..