17 Ekim 2008

Mola


Önceki Gün

O tuzluk orada değil de burada dursa, aa bak şimdi de kül tablasını yerinden etti. Orada dursun işte. Orada dursun bana ne! Hem ne bu ya, sürekli konuşmak mı lazım? Aynı evde sessiz kalınmaz mı, kalınamaz mı hiç?
Kafa seslerim...Bir kaç gündür ...
Evde olduğum her dakika işkence çekiyorum. Karşımdakine çaktırmamak için katlanıyor içimde yaşadığım rahatsızlık, günün stresine ekleniyor sonra yüzümde salak bir gülümseme, ‘aman sen üzülme’, ortada dolanıyorum. Sıkça da kendimi ya dışarı atıyorum ya da çeviriyi bitirmem lazım diye çalışma odasına kapanıyorum.
Olmuyor ama hakikaten olamıyor. İnsan yalnız yaşamaya alışınca, eve gelen annesi bile olsa bayağı bir zorlanıyor.
Aslında bizim durumumuz farklı, ben geldim yerleştim annemin evine. O gayet mutluydu tek başına. Zaten altı ay burada, altı ay pansiyonda ya. Gıkı çıkmadı kadının, yıllardır biriktirdiklerimi küçükken yaşadığım odaya sığdırdı. Tek şartı vardı, ‘o köpek burada olmaz’. Hakikaten de olmazdı, ev iki kişi ve bir köpek için fazla küçüktü. Hele de söz konusu köpek bir Irish Setter olunca. Anlaştık. Zor oldu Tarçın’dan ayrılmak ama mecburdum. İşsizdim, kiramı ödeyemiyordum, oraya buraya yazılan iki yazı ve çevirilerden gelen para ile geçinemiyordum...
Tamam, farkındayım. Ve de evet suçluyum. Tarçın’ı terk ettim.
İki gündür kafamı kurcalayan şey, anneme yani 34 senedir ve hatta öncesinde de 9 ay 10 gün organik olarak bağlı olduğum anneme tahammülde zorlanırken, neden aynı tahammülsüzlüğü sevgililerime hiç göstermedim. Yani en azından ilk bir yıl filan. Sanırım ne kadar beraber yaşasanız da, yaşanılan ev beraber tutulan, satın alınan ve döşenen bir ev değilse, hâkimiyet elden gitmiyor. Ev senin evin olarak kalıyor. Ya da işte cevabı sadece aşk. Herkesi eşit derecede salaklaştıran aşk devreye giriyor, durum bir anda değişiyor.
Tarçın yüzünden çektiğim vicdan azabı ölene dek peşimi bırakmayacak biliyorum ama anneme karşı duyduğum suçluluğu, bazı gerçekleri ayan beyan yazarak hafifletebilirim. Bir tanedir benim annem; içinde yaşadığı toplumun fersah fersah ilerisinde, 'elalem ne der'lerden çok ötede bir yerde, benimle büyüyen, değişen, bana kadın olmanın ne de harika bir şey olduğunu öğreten bir annedir o. Bir kere bile ona yalan söylemek zorunda kalmadığım çocukluk ve ilk gençlik yıllarım için kendisine minnettarım.
Sabretmek lazım sanırım. Alışana kadar sükûnetimi korumam ve de bir an önce alışmam...

Dün

Listeler yapıldı, alışverişlere çıkıldı. Ömrü hayatımda bir daha giymeyeceğim gecelikler alındı. Bir tanesinin üzerinde kedi yavruları var. Annem belli ki ‘sevimli’ olalım istiyor, hem ben hem üzerimdekiler. Oysa bilmiyor, kendime yakıştıracağım son sıfat sevimli, gecelik ise kedili. Neyse dedim, teşekkür ettim. ‘Gecelik giymem ki hiç’ bile demedim. Ne de olsa zarurî şimdi gecelik.
Öyle uzun uzun yataklarda yatamam ben. Uykuyla aram zaten oldum olası limonî. Kitaplar aldım ben de. Çizgi romanlar çokça. Bir de Oscar Wilde’dan alıntılar. Şöyle serin laflar okumak iyi gelebilir dedim.
Sigarayı bırakmam gerekti, beceremedim. Bakalım bana madik atacak mı? Nefesime mâni olacak mı?
Tarif edemeyeceğim bir hızda geçiyor günler, günlerin içinden geçiyorum ben. Zaman kavramım ciddi anlamda evrildi. Gelecek zamanı reddediyor bünyem. Şimdiki zaman dışında bir zamanı tahayyül edemiyorum bile. Öncesi ve sonrası yok halet – i ruhiyemin. ‘Dead Poets Society’ hissiyatı içinde değilim, sadece düşünmemeyi seçtim.
Hatırlamıyorum da.
Mesela yerdeki pirinç tanesi. Tek bir pirinç tanesi. Günü, saati belli. Hiç bakmadan çektim aldım elektrik süpürgesi ile. Tek nefeste çekti aldı süpürge, pirinç tanesini çerin çöpün içine.
Başka bir zaman olsa, öncesinde mesela, alırdım elime o pirinç tanesini, evirir çevirir bakardım. Yüzümde eğri bir gülümseme, hatırlardım. Hatırlamak istemeyince hatırlamaman ne acayip, ne şahane!!! Aslında nasıl da benci, nasıl da bencilce…
Her şey yokmuş gibi yapabilirsin, hiçbir şey hiç olmamış gibi.
Kısa sürecek diyorlar. Bence de kısa sürecek. Hem sonrası güzel, sonrası rahat. Sonrası herkes gibi.
Italiensk for Begyndere’yi seyrettim bir kez daha. Beklemiyorum sanıyordum ama bekliyormuşum. Az kaldı. Benden de, günlerden de.
‘Yok’u var etmeye çalışmaktansa, ‘var’ı yok etmek daha kolaymış. Ne biçim bir işse…
Her şey bitsin, bineyim o uçağa. James Joyce’un evine gideyim. Nehir kenarında bir kahve / konyak içeyim. Adımlarımın hiç değmediği sokaklarda gezeyim. Tanımadığım insanların hikâyelerine kulak misafiri olup bilmediğim dillerde yazılmış tabelaları takip ederek bilmediğim yerlere gideyim...


Bugün

Zorunlu bir ara. Yazacaklarım yazmak istediklerim olmadığından. Yazarsam kendimden sıkılacağımdan. Kayıtlara geçmesin ve unutulsunlar diye, söz uçsun, yazı kalmasın diye mola…

Hiç yorum yok: