28 Eylül 2008

Çileğe Vardık...



Eylül’den fena halde sıkılmıştım. Öyle oturuyordum bahçede, yavru Mülksüzler’in ilk çarşı izniydi bugün. Bahçenin her milimetresini koklayarak dolanıyor, kadrolu kirpimizi gördüklerinde düşe kalka bana doğru koşuyorlardı. Güneş bir görünüyor, bir kayboluyordu.
Bir sezon sonu günü daha işte. Tek farkla; yarın her yer yine dolup dolup taşacak. Film başa saracak. Sessizliğimiz elimizden alınacak. Bayramcıların eli kulağında.
Ben bayramcılardı, Mülksüzler’di derken ve alenen pineklerken, Remzi ağbi koca adımlarla girdi bahçeden içeri. Selamsız sabahsız. Bizim bahçıvanımız olur kendisi. Aslında her şeyimiz desem yeri. Musluk bozuldu, Remziiiiiii! Pansiyonerler yatağı kırdı, Remziiiiiiiii!
Bıraktım kitabı bir kenara, ‘hayırdır’ diyen gözlerle bakarken yüzüne, başladı konuşmaya:

- Sabah çileğe varmamız lazım. Karım hasta, kızın düğün hazırlığı var, öteki kızın bebeği. Hemi de bayram. Bana işçi lazım.
- Ee kahveye filan baksaydın.
- Yok olmaz. Çok para derler. Sabah 6 gibi gelir alırım sizi. Toplanıverin siz burada gari.
- Biz kimiz Remzi ağbi?
- Al ecnebileri gel. Habire okursunuz bahçelerinizde. Toprağa değsin azcık eliniz. Ne bu be? Somurtun anca!

Beni güzelce bir kalayladıktan sonra, aynı hışımla kuyunun motorunu açtı. Bahçeyi sulamaya başladı. Konuşmamıza kulak misafiri olan annem, ‘Kızım, o bizim her işimize koşuyor’ minvalinde cümleler kurmaya başlamadan çok önce, kararımı vermiştim ben. Kesinlikle iyi bir fikirdi bu. Hem bir işe de yaramış olurduk biz, boşboşoturupkitapokuyansomurtangiller. Haber verdim mahallenin ecnebi nüfusuna. Pek bir hoşlarına gitti.
Sonrası fıkra gibi; iki Türk, iki Alman, bir Hollandalı, bir Fransız diye başlayan bir fıkra. Sabah 5 buçukta bizim bahçede toplanıldı. Herkeste bir heyecan, bir heyecan. Sandviçler hazırlanmış, kahveler termoslara doldurulmuş.Küçük buzlukta bira bile var.
Remzi ağbinin kamyonetinin sesini duyar duymaz ayaklandı herkes. En heveslimiz R’di. Doluştuk kamyonetin kasasına, yılan gibi kıvrılan yollardan bir saat sonra yeni işlenmiş tarlaya vardık.
Remzi ağbi bir asker edasıyla yapacağımız işleri anlattı. Siyah naylonları serecektik, çileğin dikileceği yerleri hazırlayacaktık, ortada izmarit, çerçöp ve bira şisesi bırakmayacaktık. ‘Ee hani biz çilek dikecektik?’ dememizle, adeta kükredi; ‘Her şeyin bir zamanı var gari. Bireğidi ekilmez ki çilek dediğin. Cıvdırmak yok, haydin işe gari!’
Belli ki sinirleri gerilmişti tambura gibi. Susmak ve itaat etmek gerekti. Ne dediyse dinledik, hiç ses etmedik. Herkes ne yapması gerektiğini biliyordu. Başkumdandan, ‘durun’ diyene dek gerdik siyah naylonları, fidelerin ekileceği yerleri hazırladık. Öğlene doğru, neredeyse görev alanımızın üçte birini bitirmiştik. Hiç de yorulmamıştık üstelik.
Öğle yemeği molasında, K’nin hazırladığı sandviçleri yedik. Biralarımızı içtik. Rum radyosunda çalan rembetikoları dinledik. Hatta bir ara dans bile ettik. Biraz daha hasbıhal edelim dedik demesine de mümkün olmadı. Kumandan göz açtırmıyordu.
İşin geri kalan kısmını daha çabuk bitirdik. Biz bu işi öğrenmiştik. Güneş batarken, eşyalarımızı topladık. Tarlaya ‘bunu biz yaptık’ der gibi son bir kez baktık. ‘Haçan da bitti işimiz’ diye ne sevindi Remzi ağbi. O kadar sevindi ki gülümsedi.


27 Eylül 2008

Kısa Vadeli Planlar



Eminönü’nden binsem dilenci vapuruna, güvertede otursam. Yeniköy’e varmadan yağmur başlasa.İnsem Yeniköy'de, şemsiye alsam beş milyona iskelenin önünden. Kendimi kahveye zor atsam. Şekerli türk kahvemi söylesem. Hafiften ürpersem. ‘Acaba menemen yesem mi’ diye düşünsem. Yanına bir de beyaz peynirli salata şöyle. Yok yok , patatesli gül böreği mi sipariş etsem? İşte böyle şeyleri düşünsem. Ben sadece bunları düşünsem...
Sevgililer gelse, sarılmış olsalar birbirlerine, uzaklara dalmayan gözleriyle. Otursalar hemen yan masama. Ben bir onları, bir de kahvenin tentesine vuran damlaları dinlesem. Gözüm takılsa kulağında kulaklığı, tek başına oturan kıza. Selamlaşsak onunla. Kahvem bitince, kalksam masamdan, hesabı ödesem. Kahveci gülümsese bana, ‘nasılsın bugün’ diye sorsa. Yağmurdan kaçan DVD’ci, elindeki yeni filmleri gösterse, iki taşın arasında. Bir kostüme drama alsam ondan, uzak ülkelerde, uzak zamanlarda geçen. Havalardan bahis açsa sonra kahveci, parayı bozdurmak için hemen yandaki Tekel’e yolladığı garsonu beklerken. ‘Aman bırak yağsın, yağsın’ dese.
Evime gitsem. Evime vardığımda hızlansa yağmur. Ben yağmur şarkıları dinlesem. Leonard Cohen'den mesela. Akşam yemeğimi hazırlarken, ıslıkla şarkılara eşlik etsem. Ayaklarım üşüse, gidip çoraplarımı giysem…

Orospu Bohçası, Bavullar ve Origami



Bavul hazırlamak, biraz origami gibi bir şey sanki. İkisinden de hoşlanmıyorum ben.
Kendi bavulumu ilk kez ortaokuldayken hazırlamıştım. Bir Kapadokya gezisi öncesi. Küçük, sevimsiz kahverengi bir bavuldu benimkisi.
Son kontrolü yapan Asiye Abla, ikide bir patlayan fermuarı çekmeden önce bavulun içine şöyle bir bakınca çığlığı basmış; ‘Ne bu böyle, orospu bohçası gibi olmuş’ diyerek azarlamıştı beni. Annem görmeden, giysilerimi çıkarıp ütülemiş, bavulumu tekrar yerleştirmişti.
‘Orospu bohçası’ lafı fena halde kafama takılmıştı o zamanlar. Nasıl bir şeydi ki bu orospu bohçası dedikleri?
Gezi dönüşü, sınıf arkadaşlarımdan Ö hazırlamıştı bavulumu. Hatta annem hayran olmuştu. Tişötlerimi nasıl tezgahtar gibi katlayabildiğimi sormuştu defalarca. Ö yaptı diyememiştim önceleri. Hoşuma gitmişti katlamaktaki hünerimin takdir edilmesi. Belli ki mühim bir şeydi bu katlama işi. Sonraları annem durumu abartıp herkese bu meziyetimden bahsetmeye başlayınca, içim rahat etmemişti de söylemiştim gerçeği.
Katlayamam ben doğru düzgün hiçbir şeyi. Hafakan basar hatta, söz misali katlamam gereken çamaşırlar olduğunda.
Bavul hazırlamaktan hoşlanmamamın yegâne nedeni bu değil elbette. Sevmiyorum eşyalarımın bazılarını alıp bazılarını geride bırakmayı. Karar vermek zorunda olmak da en az katlamak kadar sıkıntılı.
Mesela şimdi bu üzerinde tatil fotoğrafları olan terlikler; gelmeli mi benimle? Ya da şu pareo’yu bıraksam ne olur? Arar mıyım onu? Ya da o pareo, ben bavulumu alıp gittikten çok sonra, ‘beni nasıl da bıraktı burada' der mi arkamdan? Ya şu camdan domuz, neden getirdim ki ben onu? Geri gitmeli mi? Burada kalsa, yalnızlık çeker mi? 'Ne işim var benim burada' der mi? Bir akşamüstü gezisinde, başka bir tatil beldesinden aldığım küpeler de bakıyor dikdik komodinin üzerinden. Takar mıyım onları bir daha? Boynumda atkım, elimde eldivenlerim varken, onlar da sallanır olurlar mı kulaklarımda? Yoksa bu yaza ait olduklarından, bu yaza ait pek çok şey gibi onları da ardımda mı bırakmalıyım ben şimdi? Peki ya şu yerel gazeteler? Eve sığamadığımı konu komşu, hatta sürekli kargoyla gelen kitapları getiren postacı bile bilirken, neden biriktiririm ki ben tüm bunları?
Origamiye gelince; ben hiç origami yapmadım ki. Hep ‘orada yapılmış olanlar’ vardı. Aa yalan! Şimdi hatırladım, uçaklar yapardım. Hiçbir yere gidemeyen, hep ayaklarımın dibine düşen uçaklar.
Yok yok, bir şeyleri katlamak için uğraşmak da, bavul hazırlarken ‘kararlı’ olmaya çalışmak da nafile.
Bunu bilir, bunu söylerim ...

24 Eylül 2008

Karabiber




karabiber
isim, bitki bilimi
1 . Karabibergillerin örnek bitkisi olan, zeytinsi, meyvelerin taneleri yuvarlak, yaprakları kalp biçiminde, tırmanıcı bir bitki (Piper nigrum).
2 . bitki bilimi Bu bitkinin baharat olarak kullanılan kuru ve siyah tanesi.
3 . Bu tanelerin kurutulup öğütülmesiyle yapılan toz.
4 . mecaz Sevimli ve ufak tefek esmer güzeli.

22 Eylül 2008

Bağlanmayıverin Canım Hayata!



Delirmeme ramak kaldı. Onca sessizliğin içinde bu kirli ses geldi beni buldu. Sezon sonu burada yere çay kaşığı düşse, karşı komşu bilir yere düşen nesnenin ne olduğunu. Öyle bir sessizlik...Tadını çıkarmak için vırvır konuşan aklınızı bile susturmak isteyeceğiniz türden; yasemin kokulu, serin...
Ama olmadı, olamadı. Arka tarafta yeni yapılan apartman, nasıl olduysa üç gün içinde doldu. Ve yine nasıl oluyorsa, bu ülkede yaşları 0 – 5 arasında değişen bir sürü çocuk var. Herkes mi doğuruyor anlayabilmiş değilim!
Bu yaş grubuna ait, bet sesli bir oğlan çocuğu taşındı bu yanı başımızda bitiveren yeni apartmana. Ben diyeyim 5, siz deyin 8 saat boyunca, ‘Türkselle bağlan hayata’ bestesini terennüm etti.
Yatakta uzanmış kitap okuyorum, ‘Türkselle bağlan hayata’, duşa giriyorum; ‘Türkselle bağlan hayata’, Migros’ta bulduğum 3 milyonluk DVD’lerden birini izliyorum, ‘Türkselle bağlan hayata’.
Dayanamadım. Gittim kapılarını çaldım. Annesi açtı kapıyı, bir yandan da mırıldanıyor; ‘Türkselle bağlan hayata!’
‘Aa,’dedim, 'tamam, mevzu anlaşıldı!' Hiç şansım kalmamıştı.
‘Ben,’ diye kekeledim, ‘ee herhalde yanlış geldim...’
İndim merdivenleri ikişer üçer, hâlâ bağlanıyor onlar maaile hayata, Türkselle. O tavuskuşundan hallice sesleriyle!...
Şahsen ben şu sıralar hayata filan bağlanmak istemiyorum. Siz de bağlanmayıverin canım hayata mayata!
Gözü çıksın hayatın, bir süre kıçının üstünde otursun. Bana bulaşmasın.Yanıma, sağıma, soluma kimseler taşınmasın!

Dyslexia, disleksi, kilekdis, diseliks...



Babamdan miras bana. Hiç öğrenme güçlüğü çekmedim ama. Okulları birer birer bitirdim. Hatta bazılarını birincilikle filan.
Üstelik hep yazmaya, okumaya çok meraklıydım. İlk romanımı, herkes gibi ilkokul birde, tek ortalı bir Meteksan deftere yazmıştım.
‘Mild’ teşhisi konmuştu o zamanlar. Yani hafifinden. Yani zararsızından. Hayatımı etkilemezdi. Zekiydim zaten, hem de zehir gibi!
Son günlerde devranla aram iyi değil ya, geldi beni yeniden buldu. Kendini hatırlattı. Eskiden çok yorgun olduğumda, mesela 8 saat filan çeviri yaptığımda ortaya çıkardı. Şimdilerde neredeyse her an benimle. Yazdıklarımı kaç kere düzelttim bilmem.
Mesela ‘kirpi’ diyorsunuz siz, ben yazacağım, yazarken ‘pikir’oluyor o. Ya da düşünüyorum, bu ses nasıl dökülür kağıda? Bayağı bir düşünüyorum. Çaktırmadan tabii ama.
Çok zamansız oldu bu. İki hafta sonra dersler başlayacak.
Bir keresinde ‘museum’ yazamamıştım tahtaya. U’lar ve M’ler bulamamıştı yerini. Paniğe mahal yok, anlatmıştım çocuklara. ‘Disleksiğim ben,’ demiştim.
Ertesi gün gelmişlerdi yanıma, ellerinde upuzun bir liste. Ünlü disleksikler; Einstein, Yeats, Whoopie Goldberg...
Gençken normal dışı olan her şey pek ilginç gelir ya insana. Herkes farklıdır gençken, küçükken. Pek asi, pek delişmen... Sonra herkesin mutlaka acayip bir hikâyesi vardır. Ne acayip adamdır / kadındır o! Hele şu var ya şu, lisede bilmem ne hocasına neler neler yapmıştır...
Hoşlarına gitmişti bu durum. Hatta düpedüz bayılmışlardı.
Ben kara kara düşünüyordum oysa odamda; ‘Tanrım, bir ‘meumsum’ yazamadım tahtaya!...’

21 Eylül 2008

Yaz Bitti



Yaz bitti. Bütün gün yağmur yağdı. Hâlâ da yağıyor. Yattığım yerden izliyorum yağmuru. Hava karardı. Şimşek çakıyor. Bir aydınlanıyor her yer, bir kararıyor.Deniz sahili dövüyor da dövüyor. Yaz bitti. Bu sefer gerçekten...

Bugün bizim bahçeyi mesken edinen, adını Mülksüz koyduğum sokak köpeği doğum yaptı. Zor bir doğumdu. Sabah erken saatlerde başladı, neredeyse tüm gün sürdü.
Başından hiç ayrılmadım. Suskun, masum gözlerle bana baka baka doğurdu yavrularını Mülksüz. İlk üç yavrusunda elifi elifine bir annenin yapması gereken her şeyi yaptı. Ama talihsiz dört numara öyle doğduğu gibi kaldı. Kendisini temizlemek ve kurulamak bana düştü.
O kadar küçük ki... Bir dahaki yaza mesela, kocaman olacak. Gelen geçene havlayacak ve hatta bizim bahçedeki kedilere musallat olup, huzurlarını bozacak. Ama şimdi avucuma sığıyor işte.
Beş ve altı numaranın da vaftiz annesi bizzat benim. İleride hatırlatırım kendilerine bunu sık sık diye düşünmekteyim.
Tam altı tane daha Mülksüz'ümüz oldu.
Şimdi ‘Mülksüzler’, annemden aldığım özel izinle koridorda mutlu mesut uyuklamaktalar. Arada derin derin nefes alıyorlar. İçlerini çekiyorlar. Sanki ‘oh, ne iyi oldu da doğduk’ diyorlar. Dört numara çok yaman. Kutudan atlayacak utanmasa. İki üç saatlik ömrüne rağmen nasıl da cesur. Aslında belki de cesareti bundandır.
Mülksüz’e yuva yapmaya çalışırken depoda, çocukken Hollanda’dan bir ahbabımızın getirdiği plastik çizmeleri buldum. O zamanlar büyük geldikleri için hiç giymediğim, sonra da unuttuğum çizmeleri görünce hazine bulmuş gibi sevindim.

‘Mülksüzler’ rahat rahat uyuklarken, dışarı çıkıp yağmurda ıslanabilirim artık. Su birikintilerine basıp, üzerlerinde istediğim kadar zıplayabilirim.
Altı köpek yavrusu, yağmurda giymek için yazlık evde bulunan plastik çizmeler...
Yaz giderken mutlu etmeyi unutmadı. Zaten o aslında hep beni böyle kollardı.

17 Eylül 2008

Patrik Mars'a Gitti



'Annem, babamın cennete gideceğini söylüyor ama babam Mars'a gidecek, Mars'a,' diyordu Little Miss Sunshine.
Babası dün gece gitti. Peki, olsun. Mars'a gitsin.
Patrik, Mars'a gitti. Biz hâlâ dünyada...

14 Eylül 2008

Rehavet ya da Fırında Çipura




Alacalı bir kedi balıkçının kamyonetinin arkasından koca bir çipurayı kaptı. Çiftlik çipurası ya bunlar şimdi, bayağı iri. Tadı tuzu yoktur ama.
Hızla karşıdaki evin bahçesine doğru koşturuverdi alacalı kedi. Tek sıçramada bahçe duvarına çıktı. Çıktı da ağzında balığın sadece kafası kaldı.
Masanın altında miskin miskin uyuklayan Duman, birden ışık hızıyla yerinden fırladı. Göz açıp kapayıncaya kadar karşı evin bahçesinin duvarının dibine vardı. Alacalı kedi duvarın üstünde, bizimki yerde, birbirlerine kabarıp duruyorlar.
Yok olmaz, bu yerde duran balık, alacalının kısmeti. Bizimki hiç ilişmemeli.
‘Dumaaan,’ diye bağırdım. Sanki bir kediye laf geçirmek mümkünmüş gibi. Döndü baktı soru soran gözlerle, önce bana, sonra yerdeki balığa. Alacalı atladığı gibi duvarın üstünden balığı kaptı. Duman gafil avlanmıştı. Tırıs tırıs geri geldi. Eminim bana öfkeli. Hemen mamasını verdim. Yemedi. Yok yok, küstü belli.
Yağmur çiselemeye başladı. Konu komşu sevinçle kendini sokağa attı. Bu iyiye alamet değil. Bu civarda kendini sokağa atan herkesin yolu, ne hikmetse bizim bahçeye çıkar. Oysa ben duracaktım. En fazla yağmuru dinleyecektim ama en çok da duracaktım.
Bir anda masanın etrafı doldu. Deneyden konuşuyorlardı. Çay demlemeye kalktım. Yine deneyden konuşuyorlar. ‘Sen ne düşünüyorsun?’ dedi biri elimde tepsiyle yanlarına varınca. ‘Düşünmüyorum,’ dedim. Şaşırdılar. Düşünmüyorum hakikaten ama. Hatta ‘bana ne’ bile diyebilirim.
Yıllardır tanıdığım mevsimlik dostlarımdan biri; ‘İnanmam,’ dedi, ‘Sen düşünmeyeceksin ha!’ Bir iki laf ettim. Düşünüyormuş gibi yaptım. Büyük olasılıkla da saçmaladım. Baktılar açmayacak onları sohbetim, çaylarını içip bir bir bahaneler uydurup gittiler evlerine.
Oh be! Yeniden durup hiç düşünmeden, hiç konuşmadan günü bitirebilirim.
Yusuf Atılgan’ın Canistan’ından; ‘Olur, gideriz işte...’ cümlesi düştü aklıma. Tam hatırlamıyorum ama şöyle bir şeydi sanki; ‘On dönüm bağ, bir de beygir. Olur, gideriz işte...’
Olur gideriz tabii, ne deneyi, ne deneyip deneyip becerememesi. Sonra ne tasası, ne derdi!..
Üzerime nasıl bir rehavet çöktü...


Fırında Çipura

2 kişilik

Malzemeler
• 2 adet deniz çipurası
• 2 adet orta boy patates
• 1 adet büyük boy soğan
• 5-6 kiraz domates
• zeytinyağı
• tuz
• karabiber
• 1 adet fırın poşeti

Temizlenen balıkları yıkayıp kuruladıktan sonra iç kısmına ve dışına zeytinyağı sürüp tuz ve karabiber serpin.
Soğanı soyup halka halka doğrayın. Patatesleri soyup uzunlamasına ikiye kesip doğrayın. Kiraz domatesleri ikiye bölün. Hepsini karıştırın, üzerlerine bir miktar yağ gezdirip tuz ve karabiber serpin.
Fırın poşetine sebzelerin yarısını yayın. Üzerlerine 2 balığı yerleştirin. Balıkların üzerine kalan sebzeleri dizin. Poşetin ağzını kapatıp birkaç yerine bıçağın ucunu batırın. Fırın tepsisine alıp önceden ısınmış 200C fırında pişirin.

13 Eylül 2008

Kara Kız



‘Aboo! Ne yaparım ben! İki çocuk, bir de çört koca. Ceddi cehenneme! Aboo! Gitti, gitttiiiiiiii! Kara kızım gitti!’
Gece fazla kaçırmışım. Sabah gözlerim uyandı, ben bir türlü uyanamadım. Yatakta öylece yatarken bu sesle yerimden fırladım. Sesi tanıyordum. Pencereden bakayım dedim, annem pansiyonun çarşaflarını yıkayıp asmış terasa. Her yer bembeyaz.
Telaşla aşağıya indim. Bahçede bir kalabalık. Asiye ablanın elinde bir bardak, bir sürahi. Çember olmuş evin kadınları, yerde oturan bir kadına bir şeyler söylüyorlar.
Yerde oturanın sadece ayakları görüş alanım dahilinde. Topukları çatlak çatlak, kara kara ayakları. Aa Ümran bu! İnekçi Ümran... Durup durup ‘kara kızım gittiiiii’ diye bağırıyor. Ama onun kızı Reyhan. Sarı, sapsarı bir kız çocuğu.
Annem kulağıma eğildi hemen, kötü haberi alçak sesle vermesi gerek ya,usul usul anlattı. Arkadaki boş arazide otlayan siyah inekmiş Ümran’ın kara kızı. Felç inmiş ineğe. Öğlen su vermeye gelen Ümran bir bakmış, kara kız oturmuş yere, boş gözlerle bakıyor ona. Hiç ses etmemiş, heyecanlanmamış Ümran’ı gördüğüne. Oysa hep coşarmış onu görünce. Anlamış Ümran bir şey olduğunu. Hemen en yakın eve, bize koşmuş veteriner çağıralım diye. Veteriner gelmiş bakmış, ‘uyutmak gerek,’ demiş, ‘bu hayvan gitmiş.’
Ümran’ı sakinleştirmek zaman aldı tabii. Kendimi ‘üzülme, yenisini alırsın’ derken bulunca, ağzımdan çıkanı kulağım duyunca, çok utandım. ‘Kara kızım’ diyordu o ineğine. Başkası yerini dolduramazdı elbette. Zaten Ümran da yüzüme dolu dolu baktı; ‘Entari mi bu be!’ dedi sadece. Ağzımı açamadım. Utandım. Çok utandım…

10 Eylül 2008

Süt



Galiz galiz laflar edecekti, sol gözünün seğirmesinden belli. Ama sustu. Beyaz masa örtüsünü çektiğim gibi sıyırmıştım masanın üzerinden. Ne var ne yoksa hepsi yere saçılmıştı. Düşenlerin gürültüsü mü, yoksa geldiğimden beri susup da kendime sakladıklarımı söylemem mi susturdu onu bilmiyorum.
Kedilerin en arsızı Duman, teyzemin ayaklarının dibinde, mutfak kapısının önünde kalakaldı. Oysa yerde onun için sultan sofrası vardı. Herkes sustu. Cırcır böcekleri bile. Annem oracıkta, öyle başı küçücük ellerinin arasında sanki donmuştu. Nasıl laflar etmiştim ben öyle? Hem de evime gelen misafire…
Elimi bahçe kapısına attım, inat etti. Bir türlü açılmıyordu. Çıkmalıydım ama ben bu evden, bu bahçeden, bu çemberden. Kapının üzerinden hışımla atladım. Çıngırağı başladı ötmeye. Sanki her zamankinden daha bir toktu sesi. Daha - ne bileyim - kararlı.
Çıngırağın sesi kulaklarımda, caddeye vardım. Sahile inmek için karşıya geçeyim derken, ne olduğunu anlamadan kendimi yerde buldum. Hatırladığım tek şey etrafa saçılan koyu kıvamlı o beyaz sıvı.
Kanıyor muydum? 'Peki ben neden beyaz beyaz kanıyorum?’ diye düşünürken, komşunun denizden dönen oğlu belirdi başucumda. Suratı yerdeki sıvıdan da beyazdı.
- Bir yerin acıyor mu? Hareket edebiliyor musun?
- Yok yok. Ben iyiyim.
Sarı saçlı, çilli Reyhan, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu: ‘Abla, ablam bir yerine bir şey oldu mu? Ben de size geliyordum. Güllaç çekmiş ya canın. Yenge aradıydı…’
Süt… Süttü bu! Beyaz beyaz kanamamıştım. Bize gitmek için yola çıkan sütçünün kızı Reyhan çarpmıştı bana, motoruyla. Ya da ben Reyhan’a.
Güç bela ayağa kalktım. Bir kolumda Reyhan, bir kolumda komşunun oğlu eve doğru yollandık. Bahçe kapısı bu sefer uysaldı, hemen buyur etti bizi içeri. Bir bardak soğuk su bana, bir bardak Reyhan’a. Her şey unutulmuştu işte. Az kalsın neler olacaktı? Neler neler olacaktı? Artık bundan sadece bir kaç dakika önce konuşulanların bir kıymeti harbiyesi kalmamıştı. Ne de olsa daha çok büyümemişti, mutlaka küçülürdü... Hem belki de haber vermemem daha iyi olmuştu. Teyzemin mesela tansiyonu vardı.
Kendimi çektim aldım aralarından. Ne konuşmak istiyordu canım, ne de duymak. Banyoya girdim hemen. Küvetin musluklarını açtım, içine girdim, oturdum. Çamaşır makinesine ilişti gözüm. Beyaz masa örtüsü çoktan köpüre köpüre dönmeye başlamıştı makinenin içinde. Yıkanıp paklanıp daha da bir beyaz olacaktı. Bu akşam üzerine yapışan en inatçı lekeler bile yarın sabaha unutulacaktı.

5 Eylül 2008

Kırmızı Rujlu Hanıma...


Dün akşam sinemada yanımda oturan kırmızı rujlu hanıma buradan seslenmek isterim:
Hiç merak etmeyin. Grip virüsünüzü aldım, bünyemde kendisine göz kulak olmakla iştigal etmekteyim.
Akan bir burnum, ağrıyan bir başım ve iki kat battaniyenin altında bile titreyen bir bedenim var.
Tüm yolculuk planlarımı altüst ettiniz! Sizi esefle kınar, bir daha hasta hasta sokaklarda gezmemenizi, tanrıdan bundan böyle virüslerinize kendi kendinize sahip çıkmanızı sağlayacak sağduyuyu size ihsan etmesini dilerim.

4 Eylül 2008

Başlıksız...


Don’t tell me what I am doing. I don’t want to know.

(Bana ne yaptığımı anlatmayın. Bilmek istemem.)

Federico Fellini

2 Eylül 2008

Heyamola!



isim (heyamo'la) Rumca

Gemicilerin veya işçilerin birlikte bir şey çekerken "haydi çek, gayret" anlamlarında bir ağızdan yüksek sesle ve makamla söyledikleri söz:

"Balıkçılara da sokuluyorlardı, ağlara var güçleriyle asılıyorlardı heyamolalarla."- M. Uygun


http://www.tdk.gov.tr/

Uyuyup Uyanmak...




Bu sefer duramadı. Sığamadı bu bildiği caddelere çıkan arka sokaklara. Kendini Tünel’e taşıdı. Bir jeton aldı. Bir jetonla geçecekti yerin altından, oradan ver elini Karaköy. Çocukluğunun rüyalı semti. Kalabalıktan ürküp annesinin eteğine yapıştığı kaldırımların semti. O kaldırımlara değsin istedi adımları bir kez daha.

Gri adımlarla iskeleye yürüdü. Bir vapura binse, vapur onu ıssız bir adaya götürse, adanın en tepesine çıksa, o en tepedeki ağaca tırmansa. Orada avazı çıktığı kadar bağırsa, bağırsa. Boğazı acısa...

Tarifeye baktı. ‘Acaba nereye gitsem’ diye düşünürken, en yakın restorana girip oturdu. Son dokuz sigarasından birini yaktı. Bu paket bitince ondan da ayrılacaktı. Tanrım, bu ayrılık ne zor olacaktı!
‘Beyaz şarap, lütfen,’ dedi. Garson anlamadı. ‘Beyaz şarap, lütfen. Soğuk olsun.’ Garson yine anlamayınca, o anladı. Bugün Ramazan’dı. Annesi geldi aklına, her Ramazan sadece ilk gün oruç tutan, kendince inançlı annesi. Eli telefonuna gitti. Sonra vazgeçti.
Garsona teşekkür edip kalktı. Adımlarının seçtiği istikamete doğru yürümeye başladı. Bilmediği sokaklar buldu. Ağlamak geldi içinden, ağlayamadı.
Gerçek kocaman kara bir sinek gibi burnunun ucunda dururken artık ağlamak da manasızdı. Korkacak ne vardı ki sonra? Uyuyup uyanacaktı. Geçecekti. Bitecekti. Her şey geçerdi.

Bir dilenci geldi yanına, ‘Allah rızası için dedi, Allah rızası için yardım et bacım.’ Duymazdan geldi. Dilenci sinirlendi. Tiner kokan eliyle kolunu kavradı. Kolunu sıktı, sıktı... Canı yandı. Canı çok yandı. Dilenci, o tepki vermedikçe daha da hırslandı. Esnaftan görenler, koşarak gelip müdahale ettiler. ‘Sesini çıkarsana kızım, bir bağırsaydın o kaçardı,' dediler. Belki de haklılardı. Bir bağırsa belki kaçardı.

Kavruk çırağın getirdiği soğuk suyu içti. Derin uykusundan alnında boncuk boncuk terlerle o an uyandı. Kolu sanki biraz morarmıştı...

1 Eylül 2008

Ama Siz Hiç Online Değilsiniz!


Ee değilim üzerinize afiyet. Tanımam etmem sizi. Neye benzersiniz merak da etmem. Eğer iddia ettiğiniz kadar aynı olsaydık zaten bir yerde mutlaka tanışmış olurduk. Kesişirdi yollarımız. Gezmeyi severim.
Ben haz etmem mesela hiç öyle melankoliden. Gözlerim nemli gezemem. Derdim varsa ayrı. Tabii dertten ne anladığınıza bağlı.
Türkçe popüler müzik dinlemem. Hayatımda fasıla gitmedim. Bilinçli olarak yani. Bir keresinde galiba sarhoştum, nasıl olduysa kendimi tambur çalan amcanın yanında bulduydum. Neyse sonra mesela hiç topuklu ayakkabım yok benim. Onları da sevmem. Az arkadaşım vardır. Bana yeter.
Dinlediğim müziklere eminim siz gürültü dersiniz. Sitelerde oturamam ben. Hiç öyle güzel güzel evler hayal etmedim. Evimi gayet de severim. Ehliyetim var lakin araba kullanmayalı bir on sene oldu diyelim.
Sigara içerim. Çok içerim. Sayısını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.
Öyle her şeyi kolay kolay beğenmem. Ama her şeyi de bilirim. Ooo ben çok şey bilirim.
Seyrettiğim filmlerin adını söylesem, ‘bu sene mi vizyona girdi’ dersiniz, eminim.
Makyaj yapmam mesela. Saçımı hiç boyamadım daha. Ben böyle de güzelim.
Zaman zaman bağırır çağırır, kapıları bile tekmelerim. Haa küfür de ederim.
İşim olmaz işte sizinle hiç, bakın bunu da bildim.
Diyeceğim o ki; sörf tahtanızı alın ve uzakta oynayın! Ben sizin harcınız değilim...