2 Eylül 2008

Uyuyup Uyanmak...




Bu sefer duramadı. Sığamadı bu bildiği caddelere çıkan arka sokaklara. Kendini Tünel’e taşıdı. Bir jeton aldı. Bir jetonla geçecekti yerin altından, oradan ver elini Karaköy. Çocukluğunun rüyalı semti. Kalabalıktan ürküp annesinin eteğine yapıştığı kaldırımların semti. O kaldırımlara değsin istedi adımları bir kez daha.

Gri adımlarla iskeleye yürüdü. Bir vapura binse, vapur onu ıssız bir adaya götürse, adanın en tepesine çıksa, o en tepedeki ağaca tırmansa. Orada avazı çıktığı kadar bağırsa, bağırsa. Boğazı acısa...

Tarifeye baktı. ‘Acaba nereye gitsem’ diye düşünürken, en yakın restorana girip oturdu. Son dokuz sigarasından birini yaktı. Bu paket bitince ondan da ayrılacaktı. Tanrım, bu ayrılık ne zor olacaktı!
‘Beyaz şarap, lütfen,’ dedi. Garson anlamadı. ‘Beyaz şarap, lütfen. Soğuk olsun.’ Garson yine anlamayınca, o anladı. Bugün Ramazan’dı. Annesi geldi aklına, her Ramazan sadece ilk gün oruç tutan, kendince inançlı annesi. Eli telefonuna gitti. Sonra vazgeçti.
Garsona teşekkür edip kalktı. Adımlarının seçtiği istikamete doğru yürümeye başladı. Bilmediği sokaklar buldu. Ağlamak geldi içinden, ağlayamadı.
Gerçek kocaman kara bir sinek gibi burnunun ucunda dururken artık ağlamak da manasızdı. Korkacak ne vardı ki sonra? Uyuyup uyanacaktı. Geçecekti. Bitecekti. Her şey geçerdi.

Bir dilenci geldi yanına, ‘Allah rızası için dedi, Allah rızası için yardım et bacım.’ Duymazdan geldi. Dilenci sinirlendi. Tiner kokan eliyle kolunu kavradı. Kolunu sıktı, sıktı... Canı yandı. Canı çok yandı. Dilenci, o tepki vermedikçe daha da hırslandı. Esnaftan görenler, koşarak gelip müdahale ettiler. ‘Sesini çıkarsana kızım, bir bağırsaydın o kaçardı,' dediler. Belki de haklılardı. Bir bağırsa belki kaçardı.

Kavruk çırağın getirdiği soğuk suyu içti. Derin uykusundan alnında boncuk boncuk terlerle o an uyandı. Kolu sanki biraz morarmıştı...

Hiç yorum yok: